DABAĞHANE VADİSİ’NDE  KIRPINTI / PIRTIK DÜKKANI

DABAĞHANE VADİSİ’NDE KIRPINTI / PIRTIK DÜKKANI

 

Antik kent Trabzon, bin yıllar öncesinden ticaretin önemli merkezlerinden biri olmuş. Geçen yüzyılın başlarında yaşanan savaşlar sonrasında bu özelliğini kaybetmiş. Trabzon, Osmanlı'nın çöküş döneminde her yönüyle kaderine terk edilmiş ve bir daha eski etkinliğine dönüş yapamamış.

Bizim çocukluğumuzda, geçmişten gelen bazı meslekler az da olsa devam ediyordu. Altmışlı yıllardan anımsayabildiklerim; bakır, tabak (dabağ), kuyumcu, çömlek, kırpıntı (hallaç), semercilik, süpürgeciler, çapulacılar (kundura), sandıkçılar, terziler (şapka ve kasketçiler de dahil), şeker imalatçıları… vd.

Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle kurulan modern Türkiye'de art arda fabrikalar açılmaya başlanınca, sanayi bölgesi olmayan Trabzon'daki küçük ölçekli imalathaneler giderek kapanmaya başladı. Böylelikle bazı zanaatlar kentte yapılmaz olup, tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.

Gazipaşa Mahallesi Merdivenli Sokak'taki evimizde yaşadığımız yıllarda, büyükbabam Rıfat Reis’in köyü olmadığı için, köylerle bağlantımız yoktu. Babaannem, Kavala Köyü, Karşı Mahalle'deki Bekircanoğlu sülalesindendir. Muhacirlikten dönerken, Çakallı’nın Yokuşu’nda bir saat arayla önce kardeşi İhsan'ı, daha sonra da babası Bekircanoğlu Ali Osman Efendi'yi kaybedince yetim kalmış. Köydeki evleri pek oturulacak gibi değilmiş. Babam, 1961'de köydeki evin onarımını yaptırıp, yaşanılır hale getirdikten sonra özellikle yazları halamlar ve kuzenler de dahil, bütün sülale köyde olurduk.

Köydeki evi donatırken annem, ahşaptan bir set yaptırmıştı. Bu setin üzerindeki oturma yerini kumaşın içerisine buğday sapı doldurarak yapmıştı. Minderlerine sıra gelince, kılıflarını yine kendisi hazırladı. Şehirdeki evimizde ne kadar artık, kullanılmayan kumaş varsa hepsini toplayıp büyük bir torbaya doldurdu.

Yıl 1965… Annemle birlikte Merdivenli Sokak'taki evimizden çıkarken, içerisi artık kumaşlarla dolu torbayı da yanımıza aldık. Sokağımızın kuzey çıkışının sol köşesinde Ziya (Karakullukçu) amcanın Cumhuriyet Bakkaliyesi. Altmış bir yıllık yaşamımda kaç kez adımladığımı asla bilemediğim Uzunsokak'ta batıya doğru yürümeye başlıyoruz. Kostaki Konağı ve Kristal Kahvehanesi’ni geçtikten sonra bahçesini palmiyelerin süslediği Kız Ortaokulu (Taş Mektep), Şehir Kulübü ile Doğumevi (daha önceden Cumhuriyet Halk Fırkası), kitapçı / gazeteler bayii Agah Şenol, kestaneci Hasan Aga (sonradan Hilal Kuruyemiş), Yorgancı Vahdettin’i geçip Tabakhane Yokuşu başına geliyoruz. Kaldırımda her gün tezgahını açan sahaf “Parmaksız Ali”nin çeşit çeşit eski kitaplarına göz atıyoruz. Konak Camii önünden karşı kaldırıma geçtiğimizde, merdivenlerle inilen dar bir sokağa giriyoruz: Kırkmerdiven…

Her ne kadar Cumhuriyet sonrası tabakçılar kent dışına çıkarılıp, Değirmendere'ye gönderilse de, bizim çocukluğumuzda Tabakhane vadisi neredeyse deri üreten esnafla doluydu.

Merdivenleri inerken, birkaç adım sonra annem, sol taraftaki dükkanlardan birine giriyor, ben de arkasından. İçeride bir makine çalışıyor. Sağa sola bakıyorum, makinenin çalışmasını sağlayan bir el gücü yok. Bizim evdeki dikiş makinesi bile annemin ayakları sayesinde çalışıyor, bildiğim ve gördüğüm tek makine o… Ama buradaki makine nasıl çalışıyor, yaptığı iş nedir bilemediğimden; şaşkınlık, merak ve hayranlıkla izliyorum.

Makinenin bir tarafından rengarenk pamuk çıkıyor sanki. Birazdan makine durdu ve dükkan sahibi annemle konuşmaya başladı. Annem, yanımızda götürdüğümüz torbayı, oradaki amcaya verdi. Makinenin arka tarafında duran kocaman sandığın içerisine torbadaki kumaş parçalarını boşalttıktan sonra duvardaki lamba açacağına benzeyen anahtarı çevirdi. Böylelikle makine yeniden çalışmaya başladı. Bizim götürdüğümüz farklı renklerdeki kumaşlar, makinenin diğer ucundan yün / pamuk benzeri çıkmaya başladı. Merak ve hayranlıkla izlerken, kafamdaki sorulara bir türlü yanıt bulamıyorum. İş bittikten sonra annem, dükkan sahibine bir miktar para ödedi ve oradan ayrıldık. Giderken bir torba olan kumaşlar, artık iki torba olmuştu.

Eve gittiğimizde, annem üzerini değiştikten sonra daha önceden diktiği kılıfları aldı, gittiğimiz dükkanda, benim o yaşlarda bir türlü anlayamadığım yün ya da pamuk adını verdiğim öğütülmüş kumaşları kılıflara doldurdu. Tümünü doldurduktan sonra, açık olan tarafını iğne iplikle dikti. Böylelikle dört minder ortaya çıktı. O kadar yumuşak olmuşlardı ki, üzerilerinde zıplayıp durmaya başlamıştım.

Minderlerin içerisine doldurduğu kumaşların ne olduğunu sorduğumda annem, “pırtık” demişti. Yazları köy kalabalık olunca ihtiyaç olacağından, artan pırtıklardan biz çocuklara yatak da yapmıştı annem.

Halk arasında “purçuk” da denilen, eski kumaşlardan üretilen kırpıntının en önemli özelliği diğer pamuk türlerine göre daha yumuşak olmasıdır. Genellikle yorgan, yastık ve yataklarda kullanılmış eski yıllarda…

Kaynakları incelediğimizde, dilimize Arapçadan gelen hallaç kelimesinin, “halc” kökünden türetilmiş olduğunu görüyoruz. Halc, katı ve sert bir şeyi yumuşatmak anlamına geliyormuş. Zamanla sertleşen pamukları, “mindef” denilen yaylarla çırparak yumuşatan kişilere de “hallaç” denmiş. Hatta Osmanlı dönemindeki en önemli zanaatlardan biri olan hallaçlık, ustalık, deneyim ve sabır gerektiren işlerin de başında geliyormuş. On birinci yüzyılın en meşhur mutasavvıflarından biri olan Hallac-ı Mansur’un ismi de bu sözcükten geliyormuş. Gerçek adı Hüseyin Bin Mansur olan mutasavvıfın babası hallaç olduğu için kendisine bu isim verilmiş.

Günümüzde satın aldıklarımıza baktığımızda, geçmişte ne kadar sağlıklı ürünler kullanıldığını daha iyi anlıyoruz.

Şimdilerde satın aldığımız yastık, yorgan, yatak ve benzeri ürünlerin içerisinde ne olduğunu bile bilmiyoruz. Bildiğimiz, kumaşı da dahil, tümümün sağlığa zararlı olduğu… Yumuşak, sağlıklı ve uzun ömürlü olan halç ve hallaççılık mı? Kaybolan mesleklerin ilk sırasında yer alıyor!..

Hiç değilse, yeni doğan bebeklerimizi nelerle sarıp sarmaladığımıza dikkat edelim.

 

(Trabzon, 5 Eylül 2022, Pazartesi)