SANDIKTAKİ TUŞLAR VE ÇALGI TELLERİ!

Çocukluğumda, kentin birçok tarihi evlerini gezip görme ve meyve ağaçlarıyla süslü bahçelerinde oynama olanağım olmuştu. Ata mahallemiz Gazipaşa’daki komşu oturmaları genellikle öğretmen evleriydi. Hangi eve gitsek, adını bilmediğim, tellerine dokunulduğunda farklı sesler çıkaran, ahşap üzerine yapılmış, beni adeta büyüleyen bir şeyler asılırdı. Dört - beş yaşlarında olduğum için bütün bunları anlamam olası değildi. Mahallemiz dışında, Hacıkasım, Kemerkaya ve Çömlekçi’de de benzer durumlarla karşılaşmıştım.

Boztepe Yokuşu’ndaki Polis Karakolu aralığında bir eve gitmiştik annemle. Zaten bütün bu komşu oturmalarına annemle birlikte giderdik. Gittiğimiz ev sahibi, daha sonra öğrendiğime göre öğretmen emeklisiymiş. Bir başka genç kadın da vardı, o da öğretmendi. Trabzon'un tarihi konaklarından biri olmasa da, eski taş yapılardan biriydi. Bahçe kapısından girdiğimizde, rengarenk çiçekler, karayemiş, kokulu üzüm, incir ve mis gibi kokan narenciyeler karşılamıştı bizi. Binanın kapısından girişte, mutfak vardı. Ev sahipleri bizi ahşap merdivenlerden çıkarak üst kata yönlendirdi. Merdiven başında sofası, kocaman bir pencere ile bahçeye bakıyordu. Merdivenlerin hemen karşısında kocaman aynalı bir dolap, işlemeleriyle insanı hayran bırakan.

İstenildiğinde iki oda olarak kullanılabilen, ortadaki çifte kapı açıldığında kocaman bir salona dönüştürülen bölüme geçip oturduk. Annem, evdeki kadınlarla birlikte, pencereleri denize bakan bölümde oturdu. Evin genç olan kadını, beni diğer bölmedeki masada oturttu ve mis gibi kokan çeşit çeşit pastalarla dolu tabağı da limonata bardağı ile ikram etti. Duvarları izliyorum, kütüphanedeki kitaplara bakıyorum. Çok güzel resimler vardı duvarlarda dikkatimi çeken ancak, beni en çok etkileyen, bir tarafı kocaman bir kabağa benzeyen, sapının uç tarafı eğri, üzerinde teller olan parlak bir şey. Annemlerin konuşmasını fırsat bilip, sandalyenin üzerine çıkarak dokunmak istedim. Dokunduğum gibi kendimi sandalyeden halının üzerine attım. Çıkan ses, bütün bakışları benim üzerime çevirmişti. Annemin her zamanki tembihlerini anımsadım: “Gittiğimiz evlerde asla bir şeylere dokunmayacaksın, sana soru sorulmadıkça da asla konuşmayacaksın”.

Ev sahiplerinden önce annem koşarak geldi; “Ben sana ne demiştim?” diye azarladı. Daha sonra annemden öğrendiğim iki öğretmenden genç olanı yanıma geldi, “Bak oğlum, bunun adı ud. Gördüğün gibi buraya taktığımız (Adını söyledi ama bir türlü söyleyememiştim) mızrapla tellerine dokunduğumuz zaman çalar ve müzik yaparız” dedi ve gitti. Kendimce adını hemen koydum: “Çalgı teli”.

O sırada benim limonata yenilendi, pastalar yendikten sonra börek ve tatlılar geldi. Evde oynayabileceğim çocuk yok. Sıkıldıkça etrafımda ne varsa çaktırmadan yanına kadar gidip, merakımı gidermeye çalışıyorum. Bir anda kocaman kitaplığın yanında duran sandığa gözüm ilişti. Bir süre annemlere baktıktan sonra yavaşça yanına gidip incelemeye başladım. Çocukluk anlayışıma göre ahşap, üzerinde çok güzel işlemeleri olan bir sandık. Bir yandan annemleri gözetlerken, diğer yandan da minik parmaklarımla kapağını aralamaya çalışıyorum. Bir - iki derken, kapak çok kolay bir biçimde açıldı. Kapatmadan bir süre bekledim, ortamın uygun olduğunu hissettiğim anda da kapağını açtım. Çok ilginç bir şeyler görüyorum. Diğer elimle gördüklerime şöyle bir dokununca, bana göre kıyamet koptu! Annem, yerinden fırlayınca ev sahiplerinden genç öğretmen, “Çocuğu rahat bırak, sıkılmıştır” dedi ve yanıma geldi. Sandığın kapağını açtı, önündeki tabureye beni oturttu; kendisi de bir tabure aldı. Tuşlardan birini bana gösterip, işaret parmağımı diğerlerinden ayırıp, o tuşun üzerine koydu. “Ben sana ‘dokun’ deyince bu tuşa basacaksın” dedi ve diğer tuşlarla çalmaya başladı. Beş yaşındayım ve ilk kez böyle bir alet görüyorum. Bir de baktım ki, radyodan dinlediğimiz müziklere benziyor. Buraya kadar iyi de, demek ki sıra bana gelmiş, “Bas bakalım sen de o tuşa” dedi. Tuşa dokunduğum anda, kalbim sanki yerinden fırlayacak gibi oldu. Birkaç dakika uğraştıktan sonra evin genç öğretmeniyle birlikte bir parçayı çalmış olduk. Benimkisine çalmak denmez tabi ki, genç öğretmenin tembihlediği tuşa, “hadi” dediğinde basıyorum o kadar!

Ne kadar şanslıyım değil mi? Beş yaşında bir çocuk, 1965'te, Gazipaşa Mahallesi'nde, adını bile bilmediği piyanonun tuşlarına basıyor. Toplumumuzu aydınlatan, kişiliğimizin şekillenmesinde büyük emekler harcayan gencecik, Cumhuriyet’in aydınlığında yetişmiş bir öğretmenle birlikte yaşadığım o anı asla unutamam.

Pastalar, börekler yendikten sonra duvarda asılı duran ud yerinden alındı ve ev sahiplerinden yaşlı olan emekli öğretmen, çalmaya başladı. Annemin iyi şarkı ve türkü söylediğini biliyorum, çünkü evde iş yaparken sürekli bir şeyler söyler; bazen de derin bir “Off, offf” çektikten sonra söylediğini yarıda bıraktığı olurdu.

Ud çalıyor, oradaki kadınlar hep birlikte kora halinde söylüyor. Tabi ki, annem de onlara katılıyordu. Annemin dışında birkaç kadın daha vardı evde, hepsi birer parça okumuştu. Akşam vakti yaklaşınca da evimize gitmiştik. Orada çalınanların ne olduğunu ancak ilkokula başladıktan sonra öğrenebilmiştim; duvarda asılan, adına “çalgı teli” dediğim ud, “sandıktaki tuşlar” da piyanoydu.

Birkaç kez de Kemerkaya Mahallesi, Öğretmen Okulu'nun doğusunda yer alan tarihi evlerden birine gitmişizdir annemle. Orada da ud ve keman çalıp, şarkılar söylenmişti.

Annem her zaman derdi ki, “Oğlum, Trabzon’daki kadınların tümü müzik aleti çalamasa da, mutlaka iyi birer hanendedirler. Hatta bazıları, yerinden çalmayı ve yerinden okumayı da bilir”.

Annem, hiçbir enstrümanı çalmayı bilmezdi, ancak iyi bir hanendeydi.

Çocukluğumda birçok eve annemle birlikte gittiğimizi söylemiştim.. Annemin çok iyi tanıdığı ancak, benim kim olduklarını bilmediğim bu güzel insanları anımsayamıyorum. Bunun da çok açık bir nedeni var; ilkokula başladıktan sonra annemle asla ev oturmalarına gitmedim. Büyüdüğümüzü düşündük sanırım. Arkadaşlar edinip, oyun kurmalar başlayınca, çocuklar için ev oturmaları sıkıcı olmaya başlıyor.

Yıl 1965, ağustos sonu ya da eylül başlarıydı. Bunu kesin olarak hesaplayabiliyorum, çünkü annem hamileydi ve kardeşimin doğumuna yaklaşık iki ay kalmıştı. Gazipaşa Mahallesi’ndeki evimizden çıktıktan sonra, eski Acem Mektebi, Gülbahçe Lokantası ve Çavuşoğlu Garajı’nın önünden geçip doğruca Limonlu Sokak’a yöneldik. Daha önce Çömlekçi Mahallesi’ne gittiğimi anımsamıyorum. Sokağın yokuşunu inmeye başladığımızda çok tatlı bir rüzgar esiyordu. Mis gibi kokular geliyordu burnuma. Anneme sorduğumda, “Oğlum, bu mahallede çok meyve ve çiçek var. Senin aldığın koku çoğunlukla limon çiçeğidir” demişti. Yüksek duvarlardan sarkmış mandalina, limon, karayemiş, kokulu üzüm, nar, incir… gibi meyveler insanı adeta büyülüyordu.

Aslında bütün bu güzellikle bizim mahallede de vardı. Hacıkasım’a, halamlara gittiğimizde oralarda da görüyordum. Ancak, Çömlekçi Mahallesi'nde tanık olduğum, çok başkaydı. Tarihi konakları görmezden gelseniz, meyve bahçesinde olduğunuzu sanırsınız. Yok, meyveleri görmeyeyim diye düşünseniz, rengarenk çiçeklerle bezenmiş tarihi konaklarıyla süslü bir mahallede sanırsınız kendinizi. Büyülenmemek mümkün değil.

Aradan yıllar geçti, burnumdaki o koku asla kaybolmadı. Ne zaman Arafilboy ya da Çömlekçi’ye gitsem hep o mis gibi kokular burnumda belirirdi. Yirmi beş yıl gibi uzun uğraşılarla okurla buluşturduğum “Arafilboy Çömlekçi” kitabını hazırlamamda, çocukluğumda burnumda yuvalanmış o mis gibi kokuların etkisi oldukça fazladır.

Antik kent Trabzon'un “doğu incisi” Arafilboy ve Çömlekçi ile ilgili kitabımda yer veremediğim birçok öykü var. Sanırım her iki mahalleden birçok yeni yazı konusu çıkacak. İlerleyen zamanlarda bütün bunları da sizlerle paylaşmak isterim.

1965'te ilk ve son kez piyano başına oturdum ve tuşlarına basma olanağım oldu. Asla unutmayacağım, unutamayacağım bir rüya gibidir benim için. Daha sonraki yıllarda “tuş” deyince benim için akla ilk gelen daktilodur. 1976’da tuşlarına dokunduğum daktiloyu 1986’da Kuzey Haber gazetesine başlayıncaya kadar sürdürdüm. Aradan uzun yıllar geçti, piyano tuşu özlemimizi saklı tutup, bilgisayar tuşlarına dokunmaya devam ediyoruz.

Her sokağı farklı koku ve tarihi yapılarla süslü mahalleler mi? Onları sakın ola sormayın, neredeyse tamamına yakını deniz dolgusuyla Karadeniz’in mavi sularına gömüldü. Hiç değilse kalanları koruyabilirsek, belki biraz olsun kadim kent Trabzon’a olan borcumuzu biraz olsun ödemiş oluruz. (Kaynak: Bilim Kültür Sanat Dergisi)

HAZİRAN, GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA VE ÜZEYİR (AZİZ) ZAN

Her insanın yaşamında bazı mevsimler ya da ayların bıraktığı izler vardır. Düşündükçe; acılar, sevinçler, umutlar, umutsuzluklar, unutulmayanlar, vazgeçilemeyenler bir film şeridi gelir geçer insanın gözünün önünden.

Baharda erguvanları, yaz aylarında yeşil yapraklar arasından göz kırpan kirazları, sonbaharda çınar yapraklarını ve kış mevsiminin yüzünüzü acıtan soğuğunda kardelenleri çok severim. Bu nedenledir ki, her mevsim yeniden aşık olurum!..

Zemheri, Küçük, Mart, Abril, Mayıs derken gelir ardından “Kiraz Ayı”… Haziran ayının yükü bu yüzden ağır olur… Mart dumanından kurtulan çiçekler meyveye durmuş, davetkardır al kirazı, kara kirazı, sevenlerini bekler… Biri erken, diğeri bir süre sonra derken, kirazlar; “Orak Ayı”nda bile baldudak gibi sarkar yeşil yapraklarla birlikte…

Haziran, yani “Kiraz Ayı”, biz Trabzonlular için bir başka anlam taşır. Erguvan çiçeklerinin meyveye durduğu, kirazların bolca ürün verdiği “Kiraz Ayı”nda, üçüncü ve son kez onurlandırmıştı Trabzon'u Gazi Mustafa Kemal Paşa… O nedenle her haziran gelişinde yüreğimiz bir başka güzelliklerle dolar…

Bu konuda çokça yazılar yazılmış, bir o kadar da kitap hazırlanmıştır. Yıllardır birçok ileri yaşta insanımızla konuşmuş, notlar almıştık. Çömlekçi Mahallesi'nin ağabeyi Üzeyir Zan'la, 25 Şubat 2016'da bir söyleşi yapmış, anlattıklarını kaydetmiştim. Üzeyir Bey, Trabzon'un Pazarkapı Mahallesi'nde 3 Mart 1915'te doğmuş. 1920'de annesi Seher Hanım'la birlikte Nüfus Müdürlüğü'ne gitmiş, görevli memur adını “Aziz”, doğum tarihini de 3 Mart 1920 olarak kayda geçmiş.

Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, üç kez Trabzon'u onurlandırışının yakın tanığı Üzeyir Zan, o günleri şöyle anlatıyor:

“Gazi Mustafa Kemal Paşa, Hamidiye Kruvazörü ile Trabzon'a ilk geldiğinde (15 Eylül 1924) dokuz yaşındaydım. Mahalleden arkadaşlarla önce iskeleye, oradan da Güzelhisar'a gitmiştik. Çocuk olduğumuz için bizi engellemediler ve Atatürk'ün üç metre yakınına kadar sokulabilmiştik. Dikkatlice ve hayranlıkla gözlerine bakmıştım. Bize doğru bakıp, 'Ne haber çocuk' dediğinde, kalbim yerinden fırlayacak gibi olmuştu.

Atatürk, 27 Kasım 1930'da Ege Vapuru ile Trabzon'a ikinci kez geldi; doğruca Cumhuriyet Halk Fırkası'na gitti, orada konuşma yapacak. İnsanlar toplanmış, oldukça kalabalık bir ortam var. Tam bir izdiham yaşandı. Mustafa Kemal Paşa, oradan hemen ayrıldı ve Kalepark'a geçti. Yaklaşık on beş yaşlarındayım o zamanlar. Aradan sıvışıp konuşma yaptığı alana yaklaştım, aramızda çok az bir mesafe vardı. İlk gelişlerinde çocuktum ve fazlaca ayrıntıyı hatırlayamıyorum. Bu sefer daha yetişkindim ve olayları daha iyi anlayabiliyordum. Düşündüğüm gibi çok uzun boylu biri değil. Gözleri hafif mavi. Konuşurken gözleri fırlayacakmış gibi oluyor. Konuşması durunca gözlerinin maviliği tümüyle ortaya çıkıyor. Neredeyse soluk almadan kendisini dinliyorum. Atatürk'ün konuşması durunca kendi kalp atışlarımı rahatlıkla duyabiliyorum. Yaklaşık bir saat konuştu orada. Arabasıyla Hos tarafına gitmişti ama nereye gittiğini bilmiyorum. Daha sonra gidişi limandan olmuştu ve yine herkes iskeleye koşmuştu. Köşk'te Gazi'nin onuruna verilen yemekte Trabzonlu müzisyenler konser vermişti. Bizim mahalleden komşularımız Tamburi Fransız Ali, Osman ve kardeşi Rıza (Hançer) da müzisyenler arasındaydı.

Aradan yedi yıl geçti; Atatürk, 10 Haziran 1937'de, İzmir Vapuru ile son kez Trabzon'a geldi. Bu sefer Belediye'nin önünde konuşma yapacak, hoparlörle duyuru yapmışlardı. Geliş saatinde sarkma olunca konuşma iptal edilmişti. Akşam yemeğinde Soğuksu'daki köşke çıkmıştı. Yemekte Trabzonlu müzisyenler kendisine konser verdi. Bu arada kendisi de üç - dört şarkı söylüyor, gelen müzisyenlerle birlikte. O gece, saat biraz ilerlemişti, mahalleye polis aracı geldi, 'Fransız Ali'nin evini soruyorlar. Fransız gemicilerin acenteliğini yaptığı için adı 'Fransız Ali'ye çıkmıştı. Polisler, kendisini sorunca eşi Zehra abla ve mahalleli çok telaşlanmıştı. 'Fransız Ali', müzisyen ve çok iyi tambur çalıyor. Bizim sokakta bitişik komşumuzdu. Evleri hamamın yanındaydı. Ailesi korkudan ağlamaya başlayınca, gelen polisler duruma açıklık getirdi: Atatürk'ün akşam yemeği için Trabzonlu müzisyenleri topladıklarını, konser verdikten sonra tekrar eve getireceklerini söylediler. Fransız Ali ile birlikte; kilisenin arkasında, sahildeki evde oturan bizim Osman ile kardeşi Rıza (Hançer) da Köşk'e gitmişti. Mahalleli, 'Fransız Ali'nin dönüşünü bekledi ama saat gece yarısını çok geçince herkes yattı. Sabah sokağımıza toplandı mahalleli, merakını giderebilmek için. 'Fransız Ali', kalkınca gece neler olup bittiğini toplanan kalabalığa anlatmıştı. Gazi Mustafa Kemal Paşa, gece yemekten sonra müzisyenlere soruyor; 'Benden istediğiniz herhangi bir şey var mı?' diye. Ne isteseler emin olun verirdi. Ama müzisyenlerin hepsi, 'Sağlığınızdan başka bir şey istemeyiz Paşam' demişler. Paşa, bunu üç kez tekrarlamış, aldığı yanıt yine değişmemiş. Tam bu sırada Atatürk, yaverini çağırmış, kalem ve kağıt istemiş. Birkaç satır yazı yazmış, 'Bu yazıyı hemen Ankara'ya geçin, Meclis'te onaylansın' demiş. Yaveri, 'Paşam, bütün mal varlığınızı bağışladığınızı yazmışsınız bu kağıda' deyince Paşa; 'Evet, bütün mal varlığımı Türk halkına bağışlıyorum. Hemen gereği yapılsın' demiş. Yaverine demiş ki; 'Bu mal - mülk zaten benim değildi. Bütün bunları bu memleketin iyi insanları bana hediye etmişti. Şimdi ben de bütün mal varlığımı ülkemin mert insanlarına, asıl sahiplerine bağışlıyorum. Bu güzel insanlar Atatürk'ünü nasıl olsa bakar.'

Daha sonra öğrendik, o gece mal varlığını bağışlama konusunun ayrıntılarını da kaleme almış Mustafa Kemal Atatürk.

Sabahın erken saatlerinde bir başka enteresanlık da Meydan'da, Belediye'nin önünde yaşanır. Öyle anlaşılıyor ki Paşa, o gece hiç uyumamış çünkü çok erken saatlerde otomobili ile Meydan'a iner. Amacı Kalepark'a gitmektir. Belediye'nin önünden geçerken sabahın erken saatinde yemlenmek için güvercinler alanı neredeyse kaplamış. Paşa, otomobili durdurur ve inip kuşların yanına gider. Sağa sola biraz bakınır. Aslen Gümüşhaneli zahireci Kadir (Aligil) Aga da, Belediye'nin tam karşısındaki dükkanı yeni açmış. Dükkana gidip, bir 'kara okka' buğday alan Gazi Mustafa Kemal, doğruca kuşların yanına gider ve onlara yem atmaya başlar. Kafasına, omuzlarına konan güvercinlerden Atatürk'ü görmek adeta zorlaşır. Yaveri müdahale etmek ister ama Paşa, kendisine kızar. Paşa'nın mutluluğunu tarif etmek zor. Uzun süre güvercinleri yemleyen Atatürk, kovayı dükkan sahibine verir ve borcunu ödeyerek otomobiliyle Kalepark'a gider.

Kadir Aga, gelenin kim olduğunu bilmemektedir. Bahri Gerçek'in işlettiği Selamet Oteli çalışanları, otelin önüne dizilmiş Atatürk'ün yaptıklarını izliyor. Paşa gidince de Kadir Aga'nın dükkanına koşarlar, ellerindeki gazetede Atatürk'ün bir fotoğrafı vardır. 'Tanıdın mı Kadir Aga geleni?' diye sorarlar. 'Hayır, tanımadım. Ama çok kibar bir adamdı, oldukça da cömert' diye karşılık verir. Bahri Gerçek'in otel çalışanlarından Mahmut (Tolga) Efendi, 'Atatürk'ü nasıl tanımazsın?' diyince, Kadir Aga çok heyecanlanır; 'Eyvahlar olsun!.. Yahu daha önce neden söylemediniz? Şöyle doyasıya onu dişler, koklar ve öperdim. Çok önemli bir fırsatı kaçırdım desenize' diye hayıflanır. Gazi'nin bu yaptıklarını Mahmut Efendi ve Kadir Aga'dan dinlemiştim.

Trabzon'u üç kez ziyaret eden Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın tüm gelişlerinde onu görebilmiş olmanın onurunu her zaman yaşadım.”

Aslen Artvinli olan Tapu Kadastro memuru Osman Bey'in oğlu Üzeyir (Aziz) Zan, 3 Mart 1915'te Pazarkapı Mahallesi'nde doğdu, 1920'de ayak bastığı Çömlekçi'deki evinde 31 Ocak 2019'da vefat etti. Işıklar içinde uyu, yüreği Atatürk ve Cumhuriyet aşkıyla dolu güzel insan…

Nerede o, Atatürk'ü son kez kucaklayan haziran aylarının eşsiz güzelliği? Kiraz aylarının tadı, kokusu ve rengi kalmadı yaşadığımız antik kent Trabzon'da… Beton yığınlarıyla köşe kapmaca oynayan birkaç erguvan da olmasa, baharın geldiğini anlamak olanaksız.

Şöyle bir çevrenize bakın; cumbalı bir ev, pencerelerinden sarkan sultan küpeleri, bahçesinde kokulu üzüm, karayemiş, Trabzon hurması, kirazın alı karası, zerdali, vişne, zeytin ve narenciyenin her çeşidinin bulunduğu bir yer görebiliyor musunuz?

Göremezsiniz çünkü, o güzelliklerin yerine “beton çıbanları” dikildi, yeşermesi bekleniyor!.. (Kaynak: Bilim Kültür Sanat (BKS) Dergisi)

DABAĞHANE VADİSİ’NDE KIRPINTI / PIRTIK DÜKKANI

 

Antik kent Trabzon, bin yıllar öncesinden ticaretin önemli merkezlerinden biri olmuş. Geçen yüzyılın başlarında yaşanan savaşlar sonrasında bu özelliğini kaybetmiş. Trabzon, Osmanlı'nın çöküş döneminde her yönüyle kaderine terk edilmiş ve bir daha eski etkinliğine dönüş yapamamış.

Bizim çocukluğumuzda, geçmişten gelen bazı meslekler az da olsa devam ediyordu. Altmışlı yıllardan anımsayabildiklerim; bakır, tabak (dabağ), kuyumcu, çömlek, kırpıntı (hallaç), semercilik, süpürgeciler, çapulacılar (kundura), sandıkçılar, terziler (şapka ve kasketçiler de dahil), şeker imalatçıları… vd.

Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle kurulan modern Türkiye'de art arda fabrikalar açılmaya başlanınca, sanayi bölgesi olmayan Trabzon'daki küçük ölçekli imalathaneler giderek kapanmaya başladı. Böylelikle bazı zanaatlar kentte yapılmaz olup, tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.

Gazipaşa Mahallesi Merdivenli Sokak'taki evimizde yaşadığımız yıllarda, büyükbabam Rıfat Reis’in köyü olmadığı için, köylerle bağlantımız yoktu. Babaannem, Kavala Köyü, Karşı Mahalle'deki Bekircanoğlu sülalesindendir. Muhacirlikten dönerken, Çakallı’nın Yokuşu’nda bir saat arayla önce kardeşi İhsan'ı, daha sonra da babası Bekircanoğlu Ali Osman Efendi'yi kaybedince yetim kalmış. Köydeki evleri pek oturulacak gibi değilmiş. Babam, 1961'de köydeki evin onarımını yaptırıp, yaşanılır hale getirdikten sonra özellikle yazları halamlar ve kuzenler de dahil, bütün sülale köyde olurduk.

Köydeki evi donatırken annem, ahşaptan bir set yaptırmıştı. Bu setin üzerindeki oturma yerini kumaşın içerisine buğday sapı doldurarak yapmıştı. Minderlerine sıra gelince, kılıflarını yine kendisi hazırladı. Şehirdeki evimizde ne kadar artık, kullanılmayan kumaş varsa hepsini toplayıp büyük bir torbaya doldurdu.

Yıl 1965… Annemle birlikte Merdivenli Sokak'taki evimizden çıkarken, içerisi artık kumaşlarla dolu torbayı da yanımıza aldık. Sokağımızın kuzey çıkışının sol köşesinde Ziya (Karakullukçu) amcanın Cumhuriyet Bakkaliyesi. Altmış bir yıllık yaşamımda kaç kez adımladığımı asla bilemediğim Uzunsokak'ta batıya doğru yürümeye başlıyoruz. Kostaki Konağı ve Kristal Kahvehanesi’ni geçtikten sonra bahçesini palmiyelerin süslediği Kız Ortaokulu (Taş Mektep), Şehir Kulübü ile Doğumevi (daha önceden Cumhuriyet Halk Fırkası), kitapçı / gazeteler bayii Agah Şenol, kestaneci Hasan Aga (sonradan Hilal Kuruyemiş), Yorgancı Vahdettin’i geçip Tabakhane Yokuşu başına geliyoruz. Kaldırımda her gün tezgahını açan sahaf “Parmaksız Ali”nin çeşit çeşit eski kitaplarına göz atıyoruz. Konak Camii önünden karşı kaldırıma geçtiğimizde, merdivenlerle inilen dar bir sokağa giriyoruz: Kırkmerdiven…

Her ne kadar Cumhuriyet sonrası tabakçılar kent dışına çıkarılıp, Değirmendere'ye gönderilse de, bizim çocukluğumuzda Tabakhane vadisi neredeyse deri üreten esnafla doluydu.

Merdivenleri inerken, birkaç adım sonra annem, sol taraftaki dükkanlardan birine giriyor, ben de arkasından. İçeride bir makine çalışıyor. Sağa sola bakıyorum, makinenin çalışmasını sağlayan bir el gücü yok. Bizim evdeki dikiş makinesi bile annemin ayakları sayesinde çalışıyor, bildiğim ve gördüğüm tek makine o… Ama buradaki makine nasıl çalışıyor, yaptığı iş nedir bilemediğimden; şaşkınlık, merak ve hayranlıkla izliyorum.

Makinenin bir tarafından rengarenk pamuk çıkıyor sanki. Birazdan makine durdu ve dükkan sahibi annemle konuşmaya başladı. Annem, yanımızda götürdüğümüz torbayı, oradaki amcaya verdi. Makinenin arka tarafında duran kocaman sandığın içerisine torbadaki kumaş parçalarını boşalttıktan sonra duvardaki lamba açacağına benzeyen anahtarı çevirdi. Böylelikle makine yeniden çalışmaya başladı. Bizim götürdüğümüz farklı renklerdeki kumaşlar, makinenin diğer ucundan yün / pamuk benzeri çıkmaya başladı. Merak ve hayranlıkla izlerken, kafamdaki sorulara bir türlü yanıt bulamıyorum. İş bittikten sonra annem, dükkan sahibine bir miktar para ödedi ve oradan ayrıldık. Giderken bir torba olan kumaşlar, artık iki torba olmuştu.

Eve gittiğimizde, annem üzerini değiştikten sonra daha önceden diktiği kılıfları aldı, gittiğimiz dükkanda, benim o yaşlarda bir türlü anlayamadığım yün ya da pamuk adını verdiğim öğütülmüş kumaşları kılıflara doldurdu. Tümünü doldurduktan sonra, açık olan tarafını iğne iplikle dikti. Böylelikle dört minder ortaya çıktı. O kadar yumuşak olmuşlardı ki, üzerilerinde zıplayıp durmaya başlamıştım.

Minderlerin içerisine doldurduğu kumaşların ne olduğunu sorduğumda annem, “pırtık” demişti. Yazları köy kalabalık olunca ihtiyaç olacağından, artan pırtıklardan biz çocuklara yatak da yapmıştı annem.

Halk arasında “purçuk” da denilen, eski kumaşlardan üretilen kırpıntının en önemli özelliği diğer pamuk türlerine göre daha yumuşak olmasıdır. Genellikle yorgan, yastık ve yataklarda kullanılmış eski yıllarda…

Kaynakları incelediğimizde, dilimize Arapçadan gelen hallaç kelimesinin, “halc” kökünden türetilmiş olduğunu görüyoruz. Halc, katı ve sert bir şeyi yumuşatmak anlamına geliyormuş. Zamanla sertleşen pamukları, “mindef” denilen yaylarla çırparak yumuşatan kişilere de “hallaç” denmiş. Hatta Osmanlı dönemindeki en önemli zanaatlardan biri olan hallaçlık, ustalık, deneyim ve sabır gerektiren işlerin de başında geliyormuş. On birinci yüzyılın en meşhur mutasavvıflarından biri olan Hallac-ı Mansur’un ismi de bu sözcükten geliyormuş. Gerçek adı Hüseyin Bin Mansur olan mutasavvıfın babası hallaç olduğu için kendisine bu isim verilmiş.

Günümüzde satın aldıklarımıza baktığımızda, geçmişte ne kadar sağlıklı ürünler kullanıldığını daha iyi anlıyoruz.

Şimdilerde satın aldığımız yastık, yorgan, yatak ve benzeri ürünlerin içerisinde ne olduğunu bile bilmiyoruz. Bildiğimiz, kumaşı da dahil, tümümün sağlığa zararlı olduğu… Yumuşak, sağlıklı ve uzun ömürlü olan halç ve hallaççılık mı? Kaybolan mesleklerin ilk sırasında yer alıyor!..

Hiç değilse, yeni doğan bebeklerimizi nelerle sarıp sarmaladığımıza dikkat edelim.

 

(Trabzon, 5 Eylül 2022, Pazartesi)