KABOTAJ: BİR AYRICALIK BİR HAKKIN KAZANIMI

İsmail Fandaklı

(Gazeteci - yazar)

 

Şanslı çocuklardık biz… Altmışlı yıllardaki çocukların belki de tamamının tenine, tuza bandırılmış yosun kokusu sinmişti. Evinden çıkan çocuklar, inci gibi dizilmiş koylara koşup, eşsiz güzellikteki kumsalı adımlayıp denizle kucaklaşıyordu. Bu yüzden “biz şanslıydık” diyorum. Sabun çiçeği ile yıkanmış, limon çiçeği ile taranmış, hanımeli ile süslenmiş; yoksul ama mutlu çocuklardık hepimiz.

Yoroz’dan Akçakale, Galanima’ya, Beşirli’den Değirmendere, Gamboz Çayırı, Kovata’ya, Durana’dan Arsin, Araklı, Sürmene, Çamburnu ve Of’a varıncaya kadar nereye gitsek, süslü gerdanlık gibi birbirinden güzel koylar karşılıyordu bizleri. Boydan boya kumsalları, tertemiz yosun kokusuyla dupduru Karadeniz’in alabosla süslü suları bekliyordu sevenlerini.

Sahil yolu, deniz dolguları derken, iki sevgili gibi olan deniz ve yaşayanları birbirinden koparıldı. Sürgün edilmediler ama buluşmaları da olanaksız!.. Bizim olanla, bizim çocuklarla, bütün yaşayanlarıyla hep birlikte eğleniyorduk, sürekli bizi çağıran kumsallarda…

Tarihte çok farklı milletlerden insanlar bu güzelim koyların tadını çıkarmıştır. Gün gelmiş, korsanların eline geçmiş, kimi zaman antik kent Trabzon’a saldıranlar korku salmış bizim olan Karadeniz sularında.

Osmanlı, kapitülasyonlarla birçok değerlerini yabancılara verirken, gün gelmiş denizlerimizin de hakimi başkaları olmuş!.. Kendi toprağımızda, kendi evimizde özgürlüğümüz elimizden alınmış!

Diyelim ki Trabzon’da kendinize ait tarihi bir taş yapı evde oturuyorsunuz, bahçenizdeki güzelim çeşmeden içme suyu alamıyorsunuz… Sizi, yüzlerce metre uzaklıktaki sokak çeşmelerine gitmeye zorluyorlar. Elinizde bakraçlar, kalçanızda gühümler (gügüm), su ihtiyacınızı karşılayabilmek için yola koyuluyorsunuz! Olacak iş mi?

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi gün gelmiş, Osmanlı’nın kapitülasyonlarla şımarttığı işgalciler, Karadeniz’le yaşayanları arasına görülmez bir duvar örmüş! Kadim kent Trabzon’da yaşayanlar, kendi denizini kullanamamış, olabildiğince uzaklaştırılmış. Kayıkla ya da mavna ile açılacak olsa, düşman savaş gemilerince batırılmış, birçok insanımız hiç hak etmediği bir biçimde Karadeniz’in sularına gömülmüş!

Ne zamanki Anadolu’da devrimin ayak sesleri duyulmaya başlamış, işte o zaman ufukta beliren ışık, aydınlık geleceğimizin de habercisi olmuş.

İstiklal Savaşı’nın ardından Ankara’daki Türkiye Cumhuriyeti kurucuları, yaptığı devrimlerle, attığı akılcı ve kalıcı adımlarla yaşayanlarına bir yurt edinme sevdasıyla yola çıkmıştır. Lozan Anlaşması’yla bağımsız bir devlet oluşumuzun ardından, bizim olan denizlerimiz yeniden yaşayanlar adına tescillenmiştir.

Tarihi bilgiler aktarmak gibi bir düşüncemiz yok. Amacımız, 1 Temmuz’da kutlanan Kabotaj Bayramı’yla ilgili geçmişte yaşanan güzellikleri yeniden anımsatmak. Bu ve benzeri kazanımlar çok kolay olmamıştır.

Kabotaj, “Bir devletin, kendi limanlarına deniz ticareti konusunda tanıdığı ayrıcalıktır. Bu ayrıcalıktan yalnızca kendi yurttaşlarının yararlanması, milli ekonomiye önemli bir katkı sağlayacağından, devletler; yabancı bandıralı gemilere kabotaj yasağı koyma yoluna gitmişlerdir” diye tarif edilir. Yani Kabotaj, “Ülkenin kendi limanlarına tanımış olduğu ayrıcalıklara verilen isimdir”.

Osmanlı Devleti kapitülasyonlarla birlikte yabancı ülke gemilerine birtakım kabotaj ayrıcalıkları uygulamış. Bu ayrıcalıklar Lozan Barış Antlaşması ile 1923’te sona ermiş, Kabotaj Kanunu 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmiştir.

Kanuna göre; akarsularda, Marmara Denizi’nde, boğazlarda, göllerde, tüm kara sularında, bunun dışında tüm körfezler, limanlar, koylar ve buna benzer yerlerde yelken, kürek, makine ile hareket eden araçların bulundurulması ve bu araçlarla mal ya da yolcu taşınması hakkı yalnızca Türk vatandaşlarına verilmiştir.

İşte bütün bu hakların elde ediliş kanununun yürürlüğe girdiği 1 Temmuz Kabotaj Bayramı, Trabzon’da yaşayan insanların da en önemli sosyal etkinliklerinden biri olmuş. Bayram günü, kentte yaşayanların neredeyse tamamı Çömlekçi ve çevresine akın etmiş yıllar yılı. Bizim çocukluğumuzda, seyrine doyamadığımız çok güzel bayram günlerini anımsıyorum.

Yüzme yarışları ile başlayan etkinlikler, ördek kovalayan kayıkların inanılmaz mücadelesiyle devam ediyordu. Son olarak, hepimizin merakla beklediği yağlı direk ucundaki bayrağı kapma yarışmaları yapılırdı.

Kimler yok ki bu yarışmalarda… 400 metrede Türkiye şampiyonu Çömlekçi Mahallesi’nin dalgıçlarından Metin Karslıoğlu, yurt genelinde de birçok şampiyonaya katılmış. Çömlekçi Mahallesi’nden tanıyanların “Hayri” dedikleri Hayrettin Durmuş, yağlı direkte birinciliği uzun yıllar başkalarına kaptırmamış. Marangoz Ali Usta’nın oğlu Hayri Durmuş, 1 Mart 1941’de Çömlekçi Mahallesi’nde doğmuş; 1 Ocak 2015’te sonsuzluğa uğurlandığında, Kabotaj Bayramları artık kutlanmıyordu! Ortahisar, eski Vilayet karşısındaki fırın işletmecilerinden Ali İhsan Yüce, limanın bir başka önemli dalgıçlarındandı. Altmışlı yılların sonlarında Çömlekçi’deki Küçük Liman’da dalış yapan Ali İhsan Yüce, vurgun yiyerek yaşamını yitirdi.

Ördek kapma yarışlarının en bilindik ismi “Cambaz Kemal” (Çetinkaya). Liman yapılıncaya kadar römorköre bağlanan yağlı direklerle yarışmalar yapılıyormuş. Liman yapıldıktan sonra iskelede oluşturulan platforma bağlanan yağlı direk, asla kıpırdamaz ve sallanma da yapmazdı. Yarışmacılar, kayıklarında beklerken, vinçlerin üzerine çıkan “Cambaz Kemal”, elindeki üç ördeği aynı anda uçuruyordu. Başlangıç işareti alındığı anda liman içinde yaşanan panik, kıyıları dolduran izleyicilerce merakla takip ediliyordu.

Mimar - karikatür sanatçısı Atilla Bayındır, eski yüzücülerle ilgili şunları söylüyor:

“Serbestte İsmail Çanakçı, sırt üstünde Abdullah Ümit, kelebekte ise Metin Karslıoğlu’nun bacanağı Ali Karpuz çok iyi yüzücülerdi. Sonraki jenerasyonda benim kardeşim Sinan da vardı.”

Birçok şampiyonluklar elde eden Ahmet Salih Kunt ve Ceyhan Murathanoğlu’nu diğerlerinden ayıran, kendilerine has benzer özellikleri asla unutulmaz. Türkiye yüzme şampiyonu Ali Aşçı, İsmail Çanakçı, Fethi Murathanoğlu, Köksal Koç, Nihat Özgür, Mustafa Macit ve daha niceleri…

1950’nin ikinci yarısında özellikle yüz metre kelebekte önemli başarıları olan Ahmet Onur, Tarık Peker ve Erkan Özpamir’i de unutmamak gerekiyor.

Lakaplarıyla bilinen birkaç ismi de anımsıyorum: “Bızdık Mustafa”, “Zoro”, “Dübeş Hüseyin”, “Banzo Müsteba” ve tabi ki “Banzo İbrahim” (Ayral). Bizim gençlik yıllarımızda Zeki - Adnan Özbilen kardeşler, Mahmut Ören, Mahir Karapeçe, Hamdi Melek, M. Salih Yomralı, Fuat Murathanoğlu ve dört yüz metreci Ahmet Macit de çok iyi yüzücülerdi.

Bir de bizim olan kumsallar vardı unutamadığımız… Çömlekçili Erkan Erkent’in anılarından:

“Kumsal, bizim en geniş özgürlük ve oyun alanımızdı, yağmurun ve çok haşin dalgalarının daima ıslak tuttuğu kumsal, hemen her zaman siyah olurdu. Bize öyle gelirdi ki dalgalar istedikleri kadar dövsünler, kumsalımızın canını acıtamazlardı. Sonunda kumsal yerinde durur, güler, dalgalar da yorulur ve durulurlardı.

Kumsalda, ellerimizle kazdığımız ıslak kumlardan sonra ulaştığımız deniz suyu ile yaptığımız havuzlar, içinde yüzdürdüğümüz kayıklar, havuz ile denizi birleştiren kanallar ne kadar da güzeldi. Neler yapmazdık ki… Kumsal; ne kadar eşsek de kazsak da kumlarını saçsak da bizim her türlü kahrımızı çekerdi. Dostumuzdu bizim o.

Denizin dalgalı olduğu günlerde, dalgaların gürültü ile kumsala çarptıktan sonra geri çekilirken çıkardıkları köpüklü tıslama ses kulaklarımıza çok hoş gelirdi. En çok hoşumuza giden oyunlardan biri de dalgalarla yarışmak idi. Dalgalar kumsala çarptıktan sonra geri çekilirken biz de onlarla birlikte denize doğru koşar, peşinden yeni bir dalga gelirken yakalanmamak için hızla geriye kaçışır ve kaçışırken de ‘dalga beni tutamaz, ekmeğimi yutamaz’ sözlerini, bir de melodi uydurarak hep birlikte söylerdik. İçimizden biri gelen dalgaya yakalanırsa ona takılır, kızdırırdık.

Bazı günler ‘viya’ koşardık. Denize girer, bir dalga gelmesini bekler ve hemen dalganın önüne yatardık. Dalga bizi sahile kadar getirirdi ki bunun tadına doyulmazdı. Hâlâ daha denize her girdiğimde bunu ararım ve bulunca ‘viya’ kayarım. Abilerimiz bunu kayık feleği veya tahtalarla yapardı. Feleği göğsüne yaslar, dalganın önüne yatar, o daha rahat bir şekilde kayarak gelir. Veya yirmi - otuz santim eninde bir tahta parçası bulur, onu göğsüne yapıştırır, öylece yatar; ‘zırrr’ diye bir ses çıkararak kayar, tadına doyum olmazdı.

‘Viya’, şimdilerde yapılan ‘sörf’tür. Tabi ki onlar daha büyük dalgalarda kayıyorlar. Bizim ‘viya’ dediğimiz, biraz daha farklı. Kuzeyden güneye doğru gelen dalga, belirli bir noktada yükselir ve sahilde sıfırlanır. Bizimkisi gelen dalganın yükseldiği noktada üzerine paralel olarak yatmaktan ibaret. Böylelikle bu dalga sizi uçurarak, daha doğrusu kaydırarak sahile doğru getirir. Yani dalga üzerinde yatarak, sahile kadar gelmektir bizim çocukluğumuzdaki ‘viya’. Ben hâlâ viya kayarım denizde.

Kumsal hemen evimizin önünde uzayıp gidiyordu. Üzerinde feleklere bindirilmiş şekilde çekili olan eski ve yeni kayıklar, ters çevrilmiş şeklide yatan simsiyah katran yığını gibi duran mavnalar, kayıkları denizden çekmek için yapılmış çıkrıklar, balıkçıların yağ çıkarmak için tüfekle vurup sonra da parçaladıkları yunus balıklarının kemikleri ve paslı, yağlı tenekeler bulunurdu.(*)

Geçmişte, bizim olan denizde, bizim olan eğlencelerimiz vardı. Son birkaç yıldır Faroz Limanı’nda Kabotaj Bayramı kutlamalarının yeniden yapılıyor olması sevindirici. Tabi ki, eskinin heyecanı, gelenekleri, alışkanlıkları ve hepsinden önemlisi ünlü yüzücüleri artık yok!.. Çünkü Osmanlı dönemindeki gibi işgal altında değiliz ama denizimiz yok!..

Limanlarımız mı? Yazları, kentte yaşayan bütün çocukların eğlence yeri olan liman, artık bizim olmaktan çıktı. 1926’da ülkede yaşayan bütün insanların hizmetine verilen limanları ziyaret etmek de yasaklandığından, denizle özlem giderilecek en önemli mendirek de ulaşılmaz oldu!..

Sahil, kumsal ve deniz varken, kadın ya da erkek, Trabzon’da yaşayan herkes yüzme biliyordu. Deniz yine orada ama kumsalı olmayınca yüzme bilen sayısı da giderek azalıyor. Çocuklarımızı havuzların mikroplu sularına mahkum eden geçmişteki yanlış uygulamalardan geri dönmek ya da yapılanları düzeltmek de artık olanaksız.

Geçmişte yüzme bilmeyenler, kurulan oyunlara alınmazdı. Daha da önemlisi, yüzme bilmeyeni evlendirmiyorlardı!..

Ne acı değil mi? Deniz var, giremiyoruz; liman var, bizim değil!..

Kanunda; “Türkiye limanları, sahilleri arasında yük, yolcu taşınması ile kılavuzluk, römorkaj hizmetleri Türk vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılır” diyor.

Sahi, limanların hangisi “bizim”?

Yine de çocukluğumuzun sevdası 1 Temmuz Kabotaj Bayramımız kutlu olsun… (Bilim Kültür Sanat Dergisi)

(Trabzon, 1 Temmuz 2024)

 

 

(*) İsmail Fandaklı, Trabzon’un Mitra Dağı Eteklerinde İki Mahalle, “Arafilboy Çömlekçi”, Sakarya Matbaacılık, Trabzon, Nisan 2018, 1. Cilt, s. 430 - 431.

MİTRA DAĞI ETEKLERİNE TUTUNMUŞ YAŞAM ALANLARI VE YIKIM EKİBİ!

İsmail Fandaklı

(Gazeteci - yazar)

Geçmişten günümüze birçok toplumların yaşamını sürdürdüğü Çömlekçi Mahallesi’nin yıkım süreciyle tarihin derinliklerine gömülme süreci hızla devam ediyor. Mahalle, neredeyse tümüyle yıkılmış, beton yığınlarıyla kaplanmaya devam ediyor.

Binlerce yıl öncesinin av sahası, daha sonraki yıllarda tarım alanları ve meyve bahçeleriyle süslü güzelim mahalle ve yaşanılanlar yok artık. Bu süreçte, geçmişe dair birkaç not düşmek istedik tarih sayfalarına.

Ksenophon’un, M. Ö. 400’de Trabzon’u ziyareti sırasında konakladığı, spor müsabakaları yaptığı Boztepe’nin yamaçlarındadır Arafilboy ve Çömlekçi Mahallesi. Yine M. Ö. 106’da yakın dostlarıyla birlikte Sinop'tan Trabzon’a gelen Mithridates’in de uzun süre konakladığı yerdir Boztepe ve eteklerindeki mahalle.

Halkidonya ruhani meclisi üyelerinden, Kapadokya rahiplerinden birinin M. S. 451’de Arafilboy’da yaşadığı; Rahip St. Sava’nın girişimleriyle kiliselerin manastıra dönüştürüldüğü biliniyor. Araştırmacı yazar İlyas Karagöz, “Antik Çağlardan Günümüze Maçka İnsanı ve Olaylar” (Şubat 2012) adlı eserinde; Boztepe’den “Mitra Dağı”, mağara kilisesinden de  “Mitra Mağarası” diye söz eder.  Biz de Boztepe, yani Mitra Dağı eteklerine tutunmuş, geçmişin inci gerdanlıkla süslenmiş iki mahallesini, yaşanmışlıklarıyla ele almak istedik.

Çömlekçi ve Arafilboy, “Mitra Dağı”nın eteklerine tutunmuş, sevimli, şımarık iki çocuk gibiydi yakın tarihe kadar. Hanları, hamamı, çömlek imalathaneleri ve yazlık sineması yıkılıp tarih oldu.

Güneyinde Boztepe (Mitra Dağı), güneybatısında Kızlar Manastırı, batısında Keşişin Bayırı, doğusunda Tellitabya’nın koynuna aldığı alanda iki mahalle; Ayafilibo ve Çömlekçi... O yıllarda, güneyin bütün rüzgarlarına siper olmuş Boztepe’nin kayalıklarını süsleyen mağara ve taşmezarlarla, yüreğindeki mezarlıklardan başlayan mahalleyi; Çömlekçi’den Gaz İskelesi’ne, Dios ve Herakles tapınaklarının bulunduğu Piksidis (Değirmendere)’teki çaya kadar uzanan siyah kumsal, gerdanlık gibi süslerdi. “Maşatlık Kapısı”ndan “Bahçekapısı”na ağaçları, kuş çeşitleri, çiçekleri, meyveleri ve hepsinden önemlisi bülbül sesleriyle eşsiz güzellikler sunardı bir zamanlar. Farklı milletlerin gömütlerinin yer aldığı alandaki rengarenk mermerlerle süslenmiş kaideleri birer sanat eseriydi.

Boztepe ile geçmişin eşsiz kumsalı arasında kalan bölümü tek bir mahalle olarak ele alıyoruz, çünkü eski yıllarda bu bölge birlikte nüfus sayımlarında yazılmış ve öyle de anılmış. Geçmişteki nüfus sayımlarında olduğu gibi bugün de “yıkım süreci”nde aynı kaderi paylaşıyor kentin iki kadim mahallesi...

Çömlekçi, Trabzon’un çok eski mahallelerinden. Cenevizli ve Venediklilerin kentte hüküm sürdükleri dönemde özellikle ticaret yaptıkları alan olarak karşımıza çıkıyor. Tahrir defterleri incelendiğinde bu mahalle, bir dönem İskenderpaşa’ya bağlı. Arafilboy’un mahalle olarak kayıtlarda yer alması çok daha sonraki yıllara rastlar.

“Aşağı Çömlekçi”, “Yukarı Çömlekçi” diye anıldığı yıllarda Arafilboy; kiliseleri, mezarlıkları ve sayfiye yeriyle farklı bir amaca hizmet ediyor. Çömlekçi ise, Rum çömlek ustalarının tezgah ve evlerinin bulunduğu bir yerleşim yeri olmuş yüzyıllarca. “Aşağı” ve “Yukarı”yı birbirinden ayıran yol, nicelerine güzergah olmuştur. Bu yol, kentin doğusunda yaşayan insanların ve İpekyolu ticareti kapsamında İran-Erzurum üzerinden gelen tacirlerin de şehre giriş yoludur. Askere gideceklerin, başka şehirlere seyahat edeceklerin, şehirden ihtiyacını giderecek olanların; hepsinden önemlisi Rus işgaliyle yasa bürünen, bilinmeze doğru yola çıkan insanların adımladığı yoldur... Kazım Karabekir’in Erzurum’dan defalarca gelip gittiği, Trabzon Muhafaza-i Hukuki Milliye Cemiyeti üyelerinin Erzurum Kongresi’ne giderken geçtikleri yoldur, Boztepe yamaçlarını selamlayan... Trabzon’un esaretten kurtulmasıyla geri dönebilmeyi başaran kentin doğusuna gidecek karayolu mahkumu halkın, sevinç gözyaşlarıyla ıslattıkları “umut yolu”dur Mitra Dağı’nın koynundan geçen...

Üç kez Trabzon’u onurlandıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, Keşişin Bayırı’ndan Piksidis’e ilk selamlayan yine bu yol oldu; sırtında Arafilboy ve Boztepe, kucağında da inci gerdanlı Çömlekçi... Gazi de, Trabzon’a her gelişi ve uğurlanışında tarım alanları, zeytin ağaçları ve narenciye bahçeleriyle süslü Çömlekçi’ye hayranlıkla bakmıştır.

Sadece insanlara veya hayvanlara değil, aynı zamanda kente Hoşoğlan’dan su getirilen güzergah olarak da “Suyolu” denmiş iki mahalleyi birbirinden ayıran bu yola...

Mahalle; Kızlar Manastırı ile Tellitabya tepelerindeki Sava Kilisesi arasında bir salıncak gibidir yıllarca sallanan; umutlara, umutsuzluklara, acılara, gözyaşlarına, sevinçlere, ayrılıklara, kavuşmalara, sevilere kucak açan...

Çömlekçi ve Arafilboyu Mahalleleri, Trabzon’da yaşanan hemen her olayın tanığıdır. Deniz yoluyla gelenleri ilk gören onlar, karayoluyla seyahat edenleri ağırlayan ve uğurlayan yine onlar...

Bugün, her iki mahallenin tarihi geçmişinden kalan izler, yok denecek kadar azdır. Boztepe yamacındaki kaya mezarları ve mağaralardaki resimleri rutubet, çıkış merdivenlerini zaman; mahalledeki eski yapıları ise birileri ortadan kaldırıyor!.. Çok yakın bir zamanda her iki mahallenin nüfusu yok olma noktasına gelecek.

“Maşatlık Kapısı”ndan girdiğinizde sizi karşılayan iki tarafı servilerle dizili, “dikilikaya”ya doğru uzanan ve tepede son bulan uzunca bir yol vardı. Tepeye çıkıldığında her iki tarafta bulunan, dört kişinin kucaklayamayacağı kalınlıkta ıhlamurlar sizi karşılardı. Bu ıhlamurlar 1952 ya da 1953 yılında katledilir. Servi ağaçları da bu yıllarda aynı akıbete uğrar, asırlık ömürleri son bulur. Mağara kilisesinin kuzeyinde, hemen alt kısımdaki düzlükte; şu andaki sağlık ocağının yeri, çöp araçlarının park alanıdır. Buranın biraz daha batısında bulunan ceviz ağacı o kadar büyüktür ki, birkaç kişi ancak gövdesini sarabiliyordu. Bir ağaç gövdesi büyüklüğünde olan köklerinin bazıları yüzeydeydi. Bunlardan birisinin altı boşaltılmıştır ve insanlar buradan eğilerek rahatlıkla geçebilmekteydi. O dönemin inanışında, kabakulak olan çocuklar, ceviz ağacının bu boşluğundan geçirildiğinde iyileşeceği inancı oldukça yaygındı!.. Ceviz ağacı da acımasızlığın ürünü olur ve yakacak için oduncunun yolunu tutar, katledenlerinin elinden... Bütün bu ağaçların katledilmesi ellili yıllarda gerçekleşir. Aynı dönemde anayolun kenarında mermerden çok büyük ve görkemli bir lahit vardı. Bir benzeri de biraz daha içeride, güneyde yer alırdı. Her ikisinin de aynı yıllarda mermerlerinin sökülüp satıldığı ve ortadan kaldırıldığı söylenir. Neredeyse tamamı mezarlık olan Maşatlık’ta; talan edilmiş ve dışarıdan bakıldığında ne olduğu anlaşılmasa da sadece İtalyan mezarlığı günümüze kadar gelebilmiştir.

Yakın zamana kadar meyve bahçeleriyle süslü tarihi evlerinde yaşam süren insanların komşulukları, ürettikleriyle ünlü Cenevizlilerin kurduğu Çömlekçi Mahallesi’nin sadece adı kaldı. Saymakla bitmeyen güzellikleri yok edip, buraları beton çıbanlarına teslim ettiler! Dünya var oldukça, Trabzon kentinin merkezinde bir daha Çömlekçi gibi bir balıkçı kasabası asla olmayacak.

Geçmişin tarihi mahallesi, dayanışma ve yardımlaşmayla yaşam süren güzel insanları, buram buram kokan narenciye bahçeleri; kokulu üzümler, çeşit çeşit incirler nerede? Sadece yaşayanların yüreğine gömdüğü acılarda ve özlemlerinde saklı.

Birçok güzelliği yok olan kentimizde, Çömlekçi’yi de yaşatamadık, yok ettik, ortadan kaldırdık; bize bırakılan mirası koruyamadık, gelecek kuşaklara bırakacak hiçbir şey kalmadı!

Düşünmesi bile çok acı!..

“Acı, sana hissettiğin mutluluğun gerçek olduğunu anımsatır” diye bir söz vardır; işte Cenevizlilerin kurduğu Çömlekçi Mahallesi de öyle…

Mitra Dağı delik deşik oldu; eteklerindeki yaşam alanları yıkılmaya devam ediyor, inci gerdanlıkla süslü Çömlekçi Mahallesi de beton çıbanlarına teslim oldu! (Bilim Kültür Sanat Dergisi)

SANDIKTAKİ TUŞLAR VE ÇALGI TELLERİ!

Çocukluğumda, kentin birçok tarihi evlerini gezip görme ve meyve ağaçlarıyla süslü bahçelerinde oynama olanağım olmuştu. Ata mahallemiz Gazipaşa’daki komşu oturmaları genellikle öğretmen evleriydi. Hangi eve gitsek, adını bilmediğim, tellerine dokunulduğunda farklı sesler çıkaran, ahşap üzerine yapılmış, beni adeta büyüleyen bir şeyler asılırdı. Dört - beş yaşlarında olduğum için bütün bunları anlamam olası değildi. Mahallemiz dışında, Hacıkasım, Kemerkaya ve Çömlekçi’de de benzer durumlarla karşılaşmıştım.

Boztepe Yokuşu’ndaki Polis Karakolu aralığında bir eve gitmiştik annemle. Zaten bütün bu komşu oturmalarına annemle birlikte giderdik. Gittiğimiz ev sahibi, daha sonra öğrendiğime göre öğretmen emeklisiymiş. Bir başka genç kadın da vardı, o da öğretmendi. Trabzon'un tarihi konaklarından biri olmasa da, eski taş yapılardan biriydi. Bahçe kapısından girdiğimizde, rengarenk çiçekler, karayemiş, kokulu üzüm, incir ve mis gibi kokan narenciyeler karşılamıştı bizi. Binanın kapısından girişte, mutfak vardı. Ev sahipleri bizi ahşap merdivenlerden çıkarak üst kata yönlendirdi. Merdiven başında sofası, kocaman bir pencere ile bahçeye bakıyordu. Merdivenlerin hemen karşısında kocaman aynalı bir dolap, işlemeleriyle insanı hayran bırakan.

İstenildiğinde iki oda olarak kullanılabilen, ortadaki çifte kapı açıldığında kocaman bir salona dönüştürülen bölüme geçip oturduk. Annem, evdeki kadınlarla birlikte, pencereleri denize bakan bölümde oturdu. Evin genç olan kadını, beni diğer bölmedeki masada oturttu ve mis gibi kokan çeşit çeşit pastalarla dolu tabağı da limonata bardağı ile ikram etti. Duvarları izliyorum, kütüphanedeki kitaplara bakıyorum. Çok güzel resimler vardı duvarlarda dikkatimi çeken ancak, beni en çok etkileyen, bir tarafı kocaman bir kabağa benzeyen, sapının uç tarafı eğri, üzerinde teller olan parlak bir şey. Annemlerin konuşmasını fırsat bilip, sandalyenin üzerine çıkarak dokunmak istedim. Dokunduğum gibi kendimi sandalyeden halının üzerine attım. Çıkan ses, bütün bakışları benim üzerime çevirmişti. Annemin her zamanki tembihlerini anımsadım: “Gittiğimiz evlerde asla bir şeylere dokunmayacaksın, sana soru sorulmadıkça da asla konuşmayacaksın”.

Ev sahiplerinden önce annem koşarak geldi; “Ben sana ne demiştim?” diye azarladı. Daha sonra annemden öğrendiğim iki öğretmenden genç olanı yanıma geldi, “Bak oğlum, bunun adı ud. Gördüğün gibi buraya taktığımız (Adını söyledi ama bir türlü söyleyememiştim) mızrapla tellerine dokunduğumuz zaman çalar ve müzik yaparız” dedi ve gitti. Kendimce adını hemen koydum: “Çalgı teli”.

O sırada benim limonata yenilendi, pastalar yendikten sonra börek ve tatlılar geldi. Evde oynayabileceğim çocuk yok. Sıkıldıkça etrafımda ne varsa çaktırmadan yanına kadar gidip, merakımı gidermeye çalışıyorum. Bir anda kocaman kitaplığın yanında duran sandığa gözüm ilişti. Bir süre annemlere baktıktan sonra yavaşça yanına gidip incelemeye başladım. Çocukluk anlayışıma göre ahşap, üzerinde çok güzel işlemeleri olan bir sandık. Bir yandan annemleri gözetlerken, diğer yandan da minik parmaklarımla kapağını aralamaya çalışıyorum. Bir - iki derken, kapak çok kolay bir biçimde açıldı. Kapatmadan bir süre bekledim, ortamın uygun olduğunu hissettiğim anda da kapağını açtım. Çok ilginç bir şeyler görüyorum. Diğer elimle gördüklerime şöyle bir dokununca, bana göre kıyamet koptu! Annem, yerinden fırlayınca ev sahiplerinden genç öğretmen, “Çocuğu rahat bırak, sıkılmıştır” dedi ve yanıma geldi. Sandığın kapağını açtı, önündeki tabureye beni oturttu; kendisi de bir tabure aldı. Tuşlardan birini bana gösterip, işaret parmağımı diğerlerinden ayırıp, o tuşun üzerine koydu. “Ben sana ‘dokun’ deyince bu tuşa basacaksın” dedi ve diğer tuşlarla çalmaya başladı. Beş yaşındayım ve ilk kez böyle bir alet görüyorum. Bir de baktım ki, radyodan dinlediğimiz müziklere benziyor. Buraya kadar iyi de, demek ki sıra bana gelmiş, “Bas bakalım sen de o tuşa” dedi. Tuşa dokunduğum anda, kalbim sanki yerinden fırlayacak gibi oldu. Birkaç dakika uğraştıktan sonra evin genç öğretmeniyle birlikte bir parçayı çalmış olduk. Benimkisine çalmak denmez tabi ki, genç öğretmenin tembihlediği tuşa, “hadi” dediğinde basıyorum o kadar!

Ne kadar şanslıyım değil mi? Beş yaşında bir çocuk, 1965'te, Gazipaşa Mahallesi'nde, adını bile bilmediği piyanonun tuşlarına basıyor. Toplumumuzu aydınlatan, kişiliğimizin şekillenmesinde büyük emekler harcayan gencecik, Cumhuriyet’in aydınlığında yetişmiş bir öğretmenle birlikte yaşadığım o anı asla unutamam.

Pastalar, börekler yendikten sonra duvarda asılı duran ud yerinden alındı ve ev sahiplerinden yaşlı olan emekli öğretmen, çalmaya başladı. Annemin iyi şarkı ve türkü söylediğini biliyorum, çünkü evde iş yaparken sürekli bir şeyler söyler; bazen de derin bir “Off, offf” çektikten sonra söylediğini yarıda bıraktığı olurdu.

Ud çalıyor, oradaki kadınlar hep birlikte kora halinde söylüyor. Tabi ki, annem de onlara katılıyordu. Annemin dışında birkaç kadın daha vardı evde, hepsi birer parça okumuştu. Akşam vakti yaklaşınca da evimize gitmiştik. Orada çalınanların ne olduğunu ancak ilkokula başladıktan sonra öğrenebilmiştim; duvarda asılan, adına “çalgı teli” dediğim ud, “sandıktaki tuşlar” da piyanoydu.

Birkaç kez de Kemerkaya Mahallesi, Öğretmen Okulu'nun doğusunda yer alan tarihi evlerden birine gitmişizdir annemle. Orada da ud ve keman çalıp, şarkılar söylenmişti.

Annem her zaman derdi ki, “Oğlum, Trabzon’daki kadınların tümü müzik aleti çalamasa da, mutlaka iyi birer hanendedirler. Hatta bazıları, yerinden çalmayı ve yerinden okumayı da bilir”.

Annem, hiçbir enstrümanı çalmayı bilmezdi, ancak iyi bir hanendeydi.

Çocukluğumda birçok eve annemle birlikte gittiğimizi söylemiştim.. Annemin çok iyi tanıdığı ancak, benim kim olduklarını bilmediğim bu güzel insanları anımsayamıyorum. Bunun da çok açık bir nedeni var; ilkokula başladıktan sonra annemle asla ev oturmalarına gitmedim. Büyüdüğümüzü düşündük sanırım. Arkadaşlar edinip, oyun kurmalar başlayınca, çocuklar için ev oturmaları sıkıcı olmaya başlıyor.

Yıl 1965, ağustos sonu ya da eylül başlarıydı. Bunu kesin olarak hesaplayabiliyorum, çünkü annem hamileydi ve kardeşimin doğumuna yaklaşık iki ay kalmıştı. Gazipaşa Mahallesi’ndeki evimizden çıktıktan sonra, eski Acem Mektebi, Gülbahçe Lokantası ve Çavuşoğlu Garajı’nın önünden geçip doğruca Limonlu Sokak’a yöneldik. Daha önce Çömlekçi Mahallesi’ne gittiğimi anımsamıyorum. Sokağın yokuşunu inmeye başladığımızda çok tatlı bir rüzgar esiyordu. Mis gibi kokular geliyordu burnuma. Anneme sorduğumda, “Oğlum, bu mahallede çok meyve ve çiçek var. Senin aldığın koku çoğunlukla limon çiçeğidir” demişti. Yüksek duvarlardan sarkmış mandalina, limon, karayemiş, kokulu üzüm, nar, incir… gibi meyveler insanı adeta büyülüyordu.

Aslında bütün bu güzellikle bizim mahallede de vardı. Hacıkasım’a, halamlara gittiğimizde oralarda da görüyordum. Ancak, Çömlekçi Mahallesi'nde tanık olduğum, çok başkaydı. Tarihi konakları görmezden gelseniz, meyve bahçesinde olduğunuzu sanırsınız. Yok, meyveleri görmeyeyim diye düşünseniz, rengarenk çiçeklerle bezenmiş tarihi konaklarıyla süslü bir mahallede sanırsınız kendinizi. Büyülenmemek mümkün değil.

Aradan yıllar geçti, burnumdaki o koku asla kaybolmadı. Ne zaman Arafilboy ya da Çömlekçi’ye gitsem hep o mis gibi kokular burnumda belirirdi. Yirmi beş yıl gibi uzun uğraşılarla okurla buluşturduğum “Arafilboy Çömlekçi” kitabını hazırlamamda, çocukluğumda burnumda yuvalanmış o mis gibi kokuların etkisi oldukça fazladır.

Antik kent Trabzon'un “doğu incisi” Arafilboy ve Çömlekçi ile ilgili kitabımda yer veremediğim birçok öykü var. Sanırım her iki mahalleden birçok yeni yazı konusu çıkacak. İlerleyen zamanlarda bütün bunları da sizlerle paylaşmak isterim.

1965'te ilk ve son kez piyano başına oturdum ve tuşlarına basma olanağım oldu. Asla unutmayacağım, unutamayacağım bir rüya gibidir benim için. Daha sonraki yıllarda “tuş” deyince benim için akla ilk gelen daktilodur. 1976’da tuşlarına dokunduğum daktiloyu 1986’da Kuzey Haber gazetesine başlayıncaya kadar sürdürdüm. Aradan uzun yıllar geçti, piyano tuşu özlemimizi saklı tutup, bilgisayar tuşlarına dokunmaya devam ediyoruz.

Her sokağı farklı koku ve tarihi yapılarla süslü mahalleler mi? Onları sakın ola sormayın, neredeyse tamamına yakını deniz dolgusuyla Karadeniz’in mavi sularına gömüldü. Hiç değilse kalanları koruyabilirsek, belki biraz olsun kadim kent Trabzon’a olan borcumuzu biraz olsun ödemiş oluruz. (Kaynak: Bilim Kültür Sanat Dergisi)

HAZİRAN, GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA VE ÜZEYİR (AZİZ) ZAN

Her insanın yaşamında bazı mevsimler ya da ayların bıraktığı izler vardır. Düşündükçe; acılar, sevinçler, umutlar, umutsuzluklar, unutulmayanlar, vazgeçilemeyenler bir film şeridi gelir geçer insanın gözünün önünden.

Baharda erguvanları, yaz aylarında yeşil yapraklar arasından göz kırpan kirazları, sonbaharda çınar yapraklarını ve kış mevsiminin yüzünüzü acıtan soğuğunda kardelenleri çok severim. Bu nedenledir ki, her mevsim yeniden aşık olurum!..

Zemheri, Küçük, Mart, Abril, Mayıs derken gelir ardından “Kiraz Ayı”… Haziran ayının yükü bu yüzden ağır olur… Mart dumanından kurtulan çiçekler meyveye durmuş, davetkardır al kirazı, kara kirazı, sevenlerini bekler… Biri erken, diğeri bir süre sonra derken, kirazlar; “Orak Ayı”nda bile baldudak gibi sarkar yeşil yapraklarla birlikte…

Haziran, yani “Kiraz Ayı”, biz Trabzonlular için bir başka anlam taşır. Erguvan çiçeklerinin meyveye durduğu, kirazların bolca ürün verdiği “Kiraz Ayı”nda, üçüncü ve son kez onurlandırmıştı Trabzon'u Gazi Mustafa Kemal Paşa… O nedenle her haziran gelişinde yüreğimiz bir başka güzelliklerle dolar…

Bu konuda çokça yazılar yazılmış, bir o kadar da kitap hazırlanmıştır. Yıllardır birçok ileri yaşta insanımızla konuşmuş, notlar almıştık. Çömlekçi Mahallesi'nin ağabeyi Üzeyir Zan'la, 25 Şubat 2016'da bir söyleşi yapmış, anlattıklarını kaydetmiştim. Üzeyir Bey, Trabzon'un Pazarkapı Mahallesi'nde 3 Mart 1915'te doğmuş. 1920'de annesi Seher Hanım'la birlikte Nüfus Müdürlüğü'ne gitmiş, görevli memur adını “Aziz”, doğum tarihini de 3 Mart 1920 olarak kayda geçmiş.

Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, üç kez Trabzon'u onurlandırışının yakın tanığı Üzeyir Zan, o günleri şöyle anlatıyor:

“Gazi Mustafa Kemal Paşa, Hamidiye Kruvazörü ile Trabzon'a ilk geldiğinde (15 Eylül 1924) dokuz yaşındaydım. Mahalleden arkadaşlarla önce iskeleye, oradan da Güzelhisar'a gitmiştik. Çocuk olduğumuz için bizi engellemediler ve Atatürk'ün üç metre yakınına kadar sokulabilmiştik. Dikkatlice ve hayranlıkla gözlerine bakmıştım. Bize doğru bakıp, 'Ne haber çocuk' dediğinde, kalbim yerinden fırlayacak gibi olmuştu.

Atatürk, 27 Kasım 1930'da Ege Vapuru ile Trabzon'a ikinci kez geldi; doğruca Cumhuriyet Halk Fırkası'na gitti, orada konuşma yapacak. İnsanlar toplanmış, oldukça kalabalık bir ortam var. Tam bir izdiham yaşandı. Mustafa Kemal Paşa, oradan hemen ayrıldı ve Kalepark'a geçti. Yaklaşık on beş yaşlarındayım o zamanlar. Aradan sıvışıp konuşma yaptığı alana yaklaştım, aramızda çok az bir mesafe vardı. İlk gelişlerinde çocuktum ve fazlaca ayrıntıyı hatırlayamıyorum. Bu sefer daha yetişkindim ve olayları daha iyi anlayabiliyordum. Düşündüğüm gibi çok uzun boylu biri değil. Gözleri hafif mavi. Konuşurken gözleri fırlayacakmış gibi oluyor. Konuşması durunca gözlerinin maviliği tümüyle ortaya çıkıyor. Neredeyse soluk almadan kendisini dinliyorum. Atatürk'ün konuşması durunca kendi kalp atışlarımı rahatlıkla duyabiliyorum. Yaklaşık bir saat konuştu orada. Arabasıyla Hos tarafına gitmişti ama nereye gittiğini bilmiyorum. Daha sonra gidişi limandan olmuştu ve yine herkes iskeleye koşmuştu. Köşk'te Gazi'nin onuruna verilen yemekte Trabzonlu müzisyenler konser vermişti. Bizim mahalleden komşularımız Tamburi Fransız Ali, Osman ve kardeşi Rıza (Hançer) da müzisyenler arasındaydı.

Aradan yedi yıl geçti; Atatürk, 10 Haziran 1937'de, İzmir Vapuru ile son kez Trabzon'a geldi. Bu sefer Belediye'nin önünde konuşma yapacak, hoparlörle duyuru yapmışlardı. Geliş saatinde sarkma olunca konuşma iptal edilmişti. Akşam yemeğinde Soğuksu'daki köşke çıkmıştı. Yemekte Trabzonlu müzisyenler kendisine konser verdi. Bu arada kendisi de üç - dört şarkı söylüyor, gelen müzisyenlerle birlikte. O gece, saat biraz ilerlemişti, mahalleye polis aracı geldi, 'Fransız Ali'nin evini soruyorlar. Fransız gemicilerin acenteliğini yaptığı için adı 'Fransız Ali'ye çıkmıştı. Polisler, kendisini sorunca eşi Zehra abla ve mahalleli çok telaşlanmıştı. 'Fransız Ali', müzisyen ve çok iyi tambur çalıyor. Bizim sokakta bitişik komşumuzdu. Evleri hamamın yanındaydı. Ailesi korkudan ağlamaya başlayınca, gelen polisler duruma açıklık getirdi: Atatürk'ün akşam yemeği için Trabzonlu müzisyenleri topladıklarını, konser verdikten sonra tekrar eve getireceklerini söylediler. Fransız Ali ile birlikte; kilisenin arkasında, sahildeki evde oturan bizim Osman ile kardeşi Rıza (Hançer) da Köşk'e gitmişti. Mahalleli, 'Fransız Ali'nin dönüşünü bekledi ama saat gece yarısını çok geçince herkes yattı. Sabah sokağımıza toplandı mahalleli, merakını giderebilmek için. 'Fransız Ali', kalkınca gece neler olup bittiğini toplanan kalabalığa anlatmıştı. Gazi Mustafa Kemal Paşa, gece yemekten sonra müzisyenlere soruyor; 'Benden istediğiniz herhangi bir şey var mı?' diye. Ne isteseler emin olun verirdi. Ama müzisyenlerin hepsi, 'Sağlığınızdan başka bir şey istemeyiz Paşam' demişler. Paşa, bunu üç kez tekrarlamış, aldığı yanıt yine değişmemiş. Tam bu sırada Atatürk, yaverini çağırmış, kalem ve kağıt istemiş. Birkaç satır yazı yazmış, 'Bu yazıyı hemen Ankara'ya geçin, Meclis'te onaylansın' demiş. Yaveri, 'Paşam, bütün mal varlığınızı bağışladığınızı yazmışsınız bu kağıda' deyince Paşa; 'Evet, bütün mal varlığımı Türk halkına bağışlıyorum. Hemen gereği yapılsın' demiş. Yaverine demiş ki; 'Bu mal - mülk zaten benim değildi. Bütün bunları bu memleketin iyi insanları bana hediye etmişti. Şimdi ben de bütün mal varlığımı ülkemin mert insanlarına, asıl sahiplerine bağışlıyorum. Bu güzel insanlar Atatürk'ünü nasıl olsa bakar.'

Daha sonra öğrendik, o gece mal varlığını bağışlama konusunun ayrıntılarını da kaleme almış Mustafa Kemal Atatürk.

Sabahın erken saatlerinde bir başka enteresanlık da Meydan'da, Belediye'nin önünde yaşanır. Öyle anlaşılıyor ki Paşa, o gece hiç uyumamış çünkü çok erken saatlerde otomobili ile Meydan'a iner. Amacı Kalepark'a gitmektir. Belediye'nin önünden geçerken sabahın erken saatinde yemlenmek için güvercinler alanı neredeyse kaplamış. Paşa, otomobili durdurur ve inip kuşların yanına gider. Sağa sola biraz bakınır. Aslen Gümüşhaneli zahireci Kadir (Aligil) Aga da, Belediye'nin tam karşısındaki dükkanı yeni açmış. Dükkana gidip, bir 'kara okka' buğday alan Gazi Mustafa Kemal, doğruca kuşların yanına gider ve onlara yem atmaya başlar. Kafasına, omuzlarına konan güvercinlerden Atatürk'ü görmek adeta zorlaşır. Yaveri müdahale etmek ister ama Paşa, kendisine kızar. Paşa'nın mutluluğunu tarif etmek zor. Uzun süre güvercinleri yemleyen Atatürk, kovayı dükkan sahibine verir ve borcunu ödeyerek otomobiliyle Kalepark'a gider.

Kadir Aga, gelenin kim olduğunu bilmemektedir. Bahri Gerçek'in işlettiği Selamet Oteli çalışanları, otelin önüne dizilmiş Atatürk'ün yaptıklarını izliyor. Paşa gidince de Kadir Aga'nın dükkanına koşarlar, ellerindeki gazetede Atatürk'ün bir fotoğrafı vardır. 'Tanıdın mı Kadir Aga geleni?' diye sorarlar. 'Hayır, tanımadım. Ama çok kibar bir adamdı, oldukça da cömert' diye karşılık verir. Bahri Gerçek'in otel çalışanlarından Mahmut (Tolga) Efendi, 'Atatürk'ü nasıl tanımazsın?' diyince, Kadir Aga çok heyecanlanır; 'Eyvahlar olsun!.. Yahu daha önce neden söylemediniz? Şöyle doyasıya onu dişler, koklar ve öperdim. Çok önemli bir fırsatı kaçırdım desenize' diye hayıflanır. Gazi'nin bu yaptıklarını Mahmut Efendi ve Kadir Aga'dan dinlemiştim.

Trabzon'u üç kez ziyaret eden Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın tüm gelişlerinde onu görebilmiş olmanın onurunu her zaman yaşadım.”

Aslen Artvinli olan Tapu Kadastro memuru Osman Bey'in oğlu Üzeyir (Aziz) Zan, 3 Mart 1915'te Pazarkapı Mahallesi'nde doğdu, 1920'de ayak bastığı Çömlekçi'deki evinde 31 Ocak 2019'da vefat etti. Işıklar içinde uyu, yüreği Atatürk ve Cumhuriyet aşkıyla dolu güzel insan…

Nerede o, Atatürk'ü son kez kucaklayan haziran aylarının eşsiz güzelliği? Kiraz aylarının tadı, kokusu ve rengi kalmadı yaşadığımız antik kent Trabzon'da… Beton yığınlarıyla köşe kapmaca oynayan birkaç erguvan da olmasa, baharın geldiğini anlamak olanaksız.

Şöyle bir çevrenize bakın; cumbalı bir ev, pencerelerinden sarkan sultan küpeleri, bahçesinde kokulu üzüm, karayemiş, Trabzon hurması, kirazın alı karası, zerdali, vişne, zeytin ve narenciyenin her çeşidinin bulunduğu bir yer görebiliyor musunuz?

Göremezsiniz çünkü, o güzelliklerin yerine “beton çıbanları” dikildi, yeşermesi bekleniyor!.. (Kaynak: Bilim Kültür Sanat (BKS) Dergisi)

DABAĞHANE VADİSİ’NDE KIRPINTI / PIRTIK DÜKKANI

 

Antik kent Trabzon, bin yıllar öncesinden ticaretin önemli merkezlerinden biri olmuş. Geçen yüzyılın başlarında yaşanan savaşlar sonrasında bu özelliğini kaybetmiş. Trabzon, Osmanlı'nın çöküş döneminde her yönüyle kaderine terk edilmiş ve bir daha eski etkinliğine dönüş yapamamış.

Bizim çocukluğumuzda, geçmişten gelen bazı meslekler az da olsa devam ediyordu. Altmışlı yıllardan anımsayabildiklerim; bakır, tabak (dabağ), kuyumcu, çömlek, kırpıntı (hallaç), semercilik, süpürgeciler, çapulacılar (kundura), sandıkçılar, terziler (şapka ve kasketçiler de dahil), şeker imalatçıları… vd.

Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle kurulan modern Türkiye'de art arda fabrikalar açılmaya başlanınca, sanayi bölgesi olmayan Trabzon'daki küçük ölçekli imalathaneler giderek kapanmaya başladı. Böylelikle bazı zanaatlar kentte yapılmaz olup, tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.

Gazipaşa Mahallesi Merdivenli Sokak'taki evimizde yaşadığımız yıllarda, büyükbabam Rıfat Reis’in köyü olmadığı için, köylerle bağlantımız yoktu. Babaannem, Kavala Köyü, Karşı Mahalle'deki Bekircanoğlu sülalesindendir. Muhacirlikten dönerken, Çakallı’nın Yokuşu’nda bir saat arayla önce kardeşi İhsan'ı, daha sonra da babası Bekircanoğlu Ali Osman Efendi'yi kaybedince yetim kalmış. Köydeki evleri pek oturulacak gibi değilmiş. Babam, 1961'de köydeki evin onarımını yaptırıp, yaşanılır hale getirdikten sonra özellikle yazları halamlar ve kuzenler de dahil, bütün sülale köyde olurduk.

Köydeki evi donatırken annem, ahşaptan bir set yaptırmıştı. Bu setin üzerindeki oturma yerini kumaşın içerisine buğday sapı doldurarak yapmıştı. Minderlerine sıra gelince, kılıflarını yine kendisi hazırladı. Şehirdeki evimizde ne kadar artık, kullanılmayan kumaş varsa hepsini toplayıp büyük bir torbaya doldurdu.

Yıl 1965… Annemle birlikte Merdivenli Sokak'taki evimizden çıkarken, içerisi artık kumaşlarla dolu torbayı da yanımıza aldık. Sokağımızın kuzey çıkışının sol köşesinde Ziya (Karakullukçu) amcanın Cumhuriyet Bakkaliyesi. Altmış bir yıllık yaşamımda kaç kez adımladığımı asla bilemediğim Uzunsokak'ta batıya doğru yürümeye başlıyoruz. Kostaki Konağı ve Kristal Kahvehanesi’ni geçtikten sonra bahçesini palmiyelerin süslediği Kız Ortaokulu (Taş Mektep), Şehir Kulübü ile Doğumevi (daha önceden Cumhuriyet Halk Fırkası), kitapçı / gazeteler bayii Agah Şenol, kestaneci Hasan Aga (sonradan Hilal Kuruyemiş), Yorgancı Vahdettin’i geçip Tabakhane Yokuşu başına geliyoruz. Kaldırımda her gün tezgahını açan sahaf “Parmaksız Ali”nin çeşit çeşit eski kitaplarına göz atıyoruz. Konak Camii önünden karşı kaldırıma geçtiğimizde, merdivenlerle inilen dar bir sokağa giriyoruz: Kırkmerdiven…

Her ne kadar Cumhuriyet sonrası tabakçılar kent dışına çıkarılıp, Değirmendere'ye gönderilse de, bizim çocukluğumuzda Tabakhane vadisi neredeyse deri üreten esnafla doluydu.

Merdivenleri inerken, birkaç adım sonra annem, sol taraftaki dükkanlardan birine giriyor, ben de arkasından. İçeride bir makine çalışıyor. Sağa sola bakıyorum, makinenin çalışmasını sağlayan bir el gücü yok. Bizim evdeki dikiş makinesi bile annemin ayakları sayesinde çalışıyor, bildiğim ve gördüğüm tek makine o… Ama buradaki makine nasıl çalışıyor, yaptığı iş nedir bilemediğimden; şaşkınlık, merak ve hayranlıkla izliyorum.

Makinenin bir tarafından rengarenk pamuk çıkıyor sanki. Birazdan makine durdu ve dükkan sahibi annemle konuşmaya başladı. Annem, yanımızda götürdüğümüz torbayı, oradaki amcaya verdi. Makinenin arka tarafında duran kocaman sandığın içerisine torbadaki kumaş parçalarını boşalttıktan sonra duvardaki lamba açacağına benzeyen anahtarı çevirdi. Böylelikle makine yeniden çalışmaya başladı. Bizim götürdüğümüz farklı renklerdeki kumaşlar, makinenin diğer ucundan yün / pamuk benzeri çıkmaya başladı. Merak ve hayranlıkla izlerken, kafamdaki sorulara bir türlü yanıt bulamıyorum. İş bittikten sonra annem, dükkan sahibine bir miktar para ödedi ve oradan ayrıldık. Giderken bir torba olan kumaşlar, artık iki torba olmuştu.

Eve gittiğimizde, annem üzerini değiştikten sonra daha önceden diktiği kılıfları aldı, gittiğimiz dükkanda, benim o yaşlarda bir türlü anlayamadığım yün ya da pamuk adını verdiğim öğütülmüş kumaşları kılıflara doldurdu. Tümünü doldurduktan sonra, açık olan tarafını iğne iplikle dikti. Böylelikle dört minder ortaya çıktı. O kadar yumuşak olmuşlardı ki, üzerilerinde zıplayıp durmaya başlamıştım.

Minderlerin içerisine doldurduğu kumaşların ne olduğunu sorduğumda annem, “pırtık” demişti. Yazları köy kalabalık olunca ihtiyaç olacağından, artan pırtıklardan biz çocuklara yatak da yapmıştı annem.

Halk arasında “purçuk” da denilen, eski kumaşlardan üretilen kırpıntının en önemli özelliği diğer pamuk türlerine göre daha yumuşak olmasıdır. Genellikle yorgan, yastık ve yataklarda kullanılmış eski yıllarda…

Kaynakları incelediğimizde, dilimize Arapçadan gelen hallaç kelimesinin, “halc” kökünden türetilmiş olduğunu görüyoruz. Halc, katı ve sert bir şeyi yumuşatmak anlamına geliyormuş. Zamanla sertleşen pamukları, “mindef” denilen yaylarla çırparak yumuşatan kişilere de “hallaç” denmiş. Hatta Osmanlı dönemindeki en önemli zanaatlardan biri olan hallaçlık, ustalık, deneyim ve sabır gerektiren işlerin de başında geliyormuş. On birinci yüzyılın en meşhur mutasavvıflarından biri olan Hallac-ı Mansur’un ismi de bu sözcükten geliyormuş. Gerçek adı Hüseyin Bin Mansur olan mutasavvıfın babası hallaç olduğu için kendisine bu isim verilmiş.

Günümüzde satın aldıklarımıza baktığımızda, geçmişte ne kadar sağlıklı ürünler kullanıldığını daha iyi anlıyoruz.

Şimdilerde satın aldığımız yastık, yorgan, yatak ve benzeri ürünlerin içerisinde ne olduğunu bile bilmiyoruz. Bildiğimiz, kumaşı da dahil, tümümün sağlığa zararlı olduğu… Yumuşak, sağlıklı ve uzun ömürlü olan halç ve hallaççılık mı? Kaybolan mesleklerin ilk sırasında yer alıyor!..

Hiç değilse, yeni doğan bebeklerimizi nelerle sarıp sarmaladığımıza dikkat edelim.

 

(Trabzon, 5 Eylül 2022, Pazartesi)