Kokular hiç değişmedi…
Yağmur kokusu, çakıl taşları ile karışık yosunlu deniz kokusu, kara tütün, sararmış fındık, Arnavut taşlı sokakların rutubet kokusu ve gri bulut yüklü ıslak kokusu…
Yıllar yıllar önce 1970’lerin ortaları olmalı… Yeni Ortam’da Çetin Altan yazmıştı. Birkaç kere okumuş, çok etkilenmiş, kesip saklamış ama pek inanmamıştım. “Hadi canım sende, üstat gene abartıyor” demiştim. Mealen şöyle diyordu üstat: “Hayat gariptir, bir yaprak döner, bakarsın Sağmalcılar’dasın, sırtını helânın kapısına dayamış, iki ayağın kubur taşının iki ucunda… Sonra bir yaprak döner, bir bakarsın bir Avrupa şehrinde, o şehri ikiye bölen nehre karşı şarabını yudumluyorsun…”
Olmaz böyle şey diyordum. Keşan’ın Çamlıca tepesine sırtını vermiş, içinde her çeşit kokunun ve gürültünün kol gezdiği 4. Topçu Alayı Karargâh bölüğü 1. koğuşta sabaha karşı ter içinde uyanıp kendimi üst ranzada koğuş nöbetçisinin kalk komutunu bekler bulduğumda aklıma takılıyordu. En azılı gomonistlerden Doç. Bedrettin Cömert’in askeri birlikte propagandasını yapmaktan askeri mahkemede yargılanıp rütbeleri sökülüp düz er yapılmış ‘ben’ sakıncalı personele, nöbet dahi yazmıyorlardı. Allah muhafaza, olur ya nöbet yerini terki diyar firar eder, anarşik eylem yapardım!
Sonra, bir gün gerçekten bir yaprak döndü, kambiyo okuyup büyük adam olmak için kendimi Londra’nın Chelsea’sinde Wellington Düşesi Majeste Kraliçeye sadakat yemini etmiş The Westham High Schooll kambiyo dil okul öğrencisi olarak buluyorum…
Sonra bir yaprak daha döndü Trabzon’da Meydan’da Suluhan’ın kuzeydoğu köşesinde yer alan Kuyu’da akşamcı abilerin sohbetlerini dinleyerek Fransız Beaujolais şarabı içiyorum.
Çetin Altan haklıydı!
O günlerden sonra yaprak kaç kere daha döndü bilmiyorum, şimdi doğduğum şehrin balkonu Tekfurçayır’dan Karadeniz’i seyrediyorum 45 senedir. Bu kadim şehrin kaldırımlarını kaçıncı çiğneyişim? Zağanos Köprüsü’nden, Ortahisar’ın dar sokaklarından, Tabakhane Köprüsü’nün zamana direnen yorgun tarihinin üzerinden kaçıncı geçişim?
Şimdi Tekfurçayır’dan kalksam, 218 rakımlı Telsiztepe’nin zirvesinde bulunan, zamanında Rum Banker Kabayanidis’in yazlık evi, şimdilerin Atatürk köşküne doğru yürüsem, Çamlık civarında bisiklet tekerlekli 1915 model Plymouth marka aracıyla ‘bu halk bana bakar’ dediği köşküne giderken kurucu Ebedi Şef’e rastlar mıyım? O bana şehlâ bakışıyla ‘böyle tek başına nereye gidiyorsun çocuk?’ diye sorar mı?
Serin yaz akşamında köşkte onuruna düzenlenen fasıl sonrası Necmi Åti Spor kulübü Ar kolu saz heyetinden Baterist Hikmet Bey’le yine şakalaşır mı? Fasıl sırasında kimi şarkılara kısık sesiyle eşlik ederken, yok olmaktan kurtardığı bu kadim halkın yaşadıklarını hatırlayıp gözleri dolar mı? Kahvesini yudumlayıp, Vali Sezai Uzay Bey’e; “Sabiha ne yaptı? Harekat nasıl gidiyor?” sorularını sorar mı? O fotoğrafta bedenen Trabzon’da, aklının Dersim harekatında olduğunu görür müyüz?
Limandaki Peugeot motor kumpanyasında mavnacılık yaptığı için ‘Fransız’ lakabıyla çağrılan Fransız Ali’nin, namı diğer Ali Çanakçı’nın Tamburi Cemil stili tamburundan dökülen Muallim İsmail Hakkı Bey’in Ferahnâk saz semaisinden çok etkilenip, Fransız Ali’ye, “hadi çocuk şimdi bir de Eviç dinleyelim” der mi?
Hayır, ben Trabzon’dayım ama bu zamanda değilim. Gece karanlığına kalmadan Tekfurçayır’da o bahçe içindeki kırmızı damlı, sarnıcı da bulunan evde olmalı mıyım? Evet, olmalıyım!
Sahi biz hangi Trabzon’u anlatacağız? Hangi Trabzonları bir, bir yaşadık?
Bütün Trabzonları yaşamış olmak mümkün mü?
Mahalle çeşmesinin şırıltısına bulaşmış dinginliği, o nohut oda bakla sofa, kimi zamanda iki kat bahçe içinde kırmızı aşı boyalı Malta taşlıklı hani o yazın taşlığı serin, serin sulanan, biraz yontulmuşların kameriyesi de fıskiyeli havuzu ya da sarnıcı olan, bütün odalarında mutlaka hamamcığı bulunan, ayakkabıların girişte sıra, sıra dizildiği, içeriden azarlanıp tokatlanan beslemenin hıçkırıkları, “Allah canımı alsa da kurtulsam” höykürmeleri yükselen evlerin durağan rahatlığında yaşanan Trabzon’u yaşadık mı biz?
Benim ucuna yetiştiğim. Meydancık daha yok olmamıştı. Günde birkaç araba ya geçer ya geçmezdi. Yolun kenarındaki çeşmeden su alırdık, evde su kesildiği zaman. Kavşağın bulunduğu yer Meydancık tabir edilirdi. Meydancıktan yürü gel. Meydancığı geç, Bakkal Miraç Efendi’den ekmek al, Meydancıkta oynamayın, araba geçer ezilirsiniz. Meydancıkta tarihi karakol binasının arkasındaki sokakta, aralığın içinde, sarı kışlaya varmadan bahçeli ev bizim evimiz.
Yaşıtım çocuklarla, annemden dayak yemeyi göze alıp Meydancığa yakın yerlerde top koşturuyoruz.
Meydan’daki sinemanın hemen yanında parkın içindeki Ferah Lokantası ve müdavimleri; Uzun Sokak’ta şapkalı adamlar, tango etekli kadınlar nerede şimdi? Ajans saatinde İsmet Paşa “harbe” girecek mi haberlerini kaç kişi dinliyor lambalı radyonun parazitli sesine rağmen? Nurettin Artam radyoda ne diyordu bakalım? Hitler gâvurunun Trabzon’a erişme tehlikesi var mıydı? Şu ağır, sarı bir tragedya maskesi gibi, arabanın içinde asık suratıyla geçen paşa kimdi?
Trabzon kadınları gerçekten kara çarşaf giyer miydi? Yoksa “nostaljik” beynimin gizli kıvrımları bana böyle oyunlar mı oynamaktan hoşlanıyor? Kara çarşaf, ak saç bir de uçları artık kına yakmaktan mı, yoksa ünlü Yenice sigarasının kötü kokulu tütününden mi sapsarı olmuş tiryakilerin parmakları…
Yenice midir, yoksa artık çok eskilerde kalmış Ahali gibi Gazi gibi birtakım sigaralar mı? Mukavva kutulu, çoğu zaman yaldızlı, hem kutusu, hem ucu, üzeri “eski yazı”, bir takım unutulmuş, bilinmeyen, hatırlanmayan marka sigaraları kim satardı? Dedem rahmetli Akçakale’de Gazi karşıtı Ermeni, Rum, Gürcü çetelerin burnunun dibinde kamyonlara silah yükleyip Doğu Cephesine, onun deyimiyle Kara Kazım Bekir Paşa’ya gönderirken Ahali mi içiyordu?
Sahi Trabzon’da Tekel tütün rejisini kim kurmuştu? Ahali sigarasından çok sonraları!
Trabzon’un sağına soluna serpiştirilmiş bütün Müslüman mahalleleri gibi donuk, sessiz, akşam ezanından akşam ezanına telaşlı ayak sesleriyle uyanan, herkesin herkesi tanıdığı bir şehir nerede şimdi? Kabayanidis hepsine tepeden bakardı. Ömürleri boyunca beş kilometre bayırı tırmanıp, Şimdi Atatürk köşkü denilen köşkü görmemiş olanların yaşadığı Trabzon’u kim hatırlar şimdi?
Sotka erkekleri takacılık, mavnacılık yaparlar, denizde “seyr-ü sefain” işlerine bakıp geçinirlerdi. Subaylar gemilerin güvertesinde tavuk besler, yumurtaları getirip Moloz çarşısında resmen okuturlardı. Devir Ulu Hakan devri!, ya… Sonra ilk cihan harbinde donanmanın rıhtımdan açılıp daha Yeros (namı diğer Yoroz) Burnu’nu dönmeden kazan patlatıp kalakaldığını komşusundan duyanlar nerede şimdi?
Ermeni, Gürcü, Rum çetelerinin çirkin birer homurtu gibi gelen tüfek sesini, beş numara idare lambasının ışığında dinledikten çok sonra da süpürge otundan vesika ekmeğine talim etti Trabzon ahalisi. Kimileri de iskeleden Erzurum’a, doğu cephesine cephane götüren kamyonlara mermi dolu, silah dolu, sandık taşımayı tercih etti.
İşgalde Müslüman evlerini aramaya gelen Ermeni çavuşun çizmeleri gıcırdıyor muydu? Yüzbaşı Arthur Trabzon’da bulunmuş muydu? Gâvur Meydanı’ndaki sinemada Pola Negri’nin filmleri oynar mıydı? Kantocu Şamran Trabzon’a gelmiş miydi? Gelmiş ise, yüz yirmi okkalık pembe-beyaz kolları ve güzelliği ile kaç Trabzon gencinin ruhunu çalmıştı?
1335 Ramazanı’nda mahalleden Hasan Efendi iftardan sonra hadi hanımlar, çarşaflanın, sizi Gâvur Meydanı’na götüreyim kumpanya varmış, dediğinde; aman bir seviniyorlar, bir seviniyorlar, hayatlarında tahta silmek, çamaşır yıkamak, bulaşık yıkamaktan başka bir şey yok ki en büyük keyifleri haftada bir denklerini bohçalarını yapıp, taslarını, sabunlarını, misvaklarını alıp hamama gitmek… Dolma-börek yaparlar, sabahtan akşama kadar bir halvete, bir soğukluğa, akşam ezanıyla akça pakça eve dönüp üç gün de hasta yatarlar! Hangi Trabzon’da yaşandı bunlar? Sahi, 1335 Ramazan’ı 1919’a mı denk düşüyordu?
Trabzon’u bu şekilde düşünmek hoşuma gidiyor.
Şimdi Meydan’da Atatürk heykelinin önünde dursam, ortalıkta ‘yazıyor yazıyooor, Lenin’in öldüğünü yazıyor’ diye bağıran, ne kızıl Bolşevik dergisi satan gazete satıcılarını, ne de parke taşlarını söküp beyaz miğferleriyle “o eski toplum polislerinin” üzerine atan bizim eski ihvanları bulamayacağım, biliyorum! Eskiden çok sessiz olan Trabzon caddeleri şimdileri New York’a dönmüş, millet üst üste yürüyor, ortalama on dakikada bir canavar düdükleriyle inliyor.
Nereden çıktıysa bir de başka resim: Çok güneşli, çok serin bir gün, saat: 15.00 suları, havada tütün ve incir kokusu, limanda deniz acentesinin hemen önü, Vali Sezayi Uzay Bey önderliğinde devlet protokolü ve halk saygılı bir kalabalık oluşturmuşlar, bekliyorlar. Öyleyse tarih 10 Haziran 1937 olmalı, hafiften yosun kokusu, tütün ve incire karışıyor, Ata’nın Trabzon’a son gelişi, bunu bana anlattılar mı, yoksa şu yeniden doğuş tantanaları gerçek, ben de oralarda bir yerlerde miydim, yoksa büsbütün uyduruyor muyum? Bak bakalım tarih derunumda bir iptilâ mı, yoksa 88 yıl öncesi bugünden daha dipdiri bir gerçek mi?
Ustam Faulkner Baba, “the past is never dead, it is not even past” demişti bir romanında; geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir!
İşte; resim çok net, çok gerçek. Sık, sık gözümün önüne düşüyor.
Müfit Semih Baylan