MAVİ NOTA ÖDÜLLERİ

33. Ödül, kurucu ve genel sanat yönetmeni Prof. Dr. Ece Kartal yönetimindeki Marmara Flüt Orkestrası’nın…

Müziğin ülkemizdeki konumunu ve gidişini nesnel bir biçimde ortaya koymak ve bu konudaki gerçekleri belgelemek, müziğe emeği geçen kişilerin, sanatçıların, toplulukların emeğini öne çıkarmak ve değerlendirmek amacıyla Mavi Nota e-Müzik Gazetesi tarafından geleneksel olarak yılda bir kez düzenlenen Mavi Nota Müzik Ödülleri (2025); Mavi Nota e-Müzik Gazetesi’nin danışma kurulunu ihtiva eden, Prof. Dr. Abdullah Akat, Mezzosoprano Ebru Förster, Piyano eğitmeni - piyanist Ilgın Salman, Piyanist Solist Sanatçı Yeşim Gökalp, Mavi Nota Müzik Ödülleri ve Mavi Nota Müzik Gazetesi’nin kurucu imtiyaz sahibi Müfit Semih Baylan’dan oluşan seçici kurul tarafından ödül şartnamesi çerçevesinde gerçekleştirilen değerlendirme sonucunda oybirliği ile belirlenmiştir.

Kurulduğu 1994 yılından bu yana düzenli olarak verilen ve halen ülkemizin en uzun soluklu yaşayan müzik temalı tek ödülü olan 33. Mavi Nota Müzik Ödülleri, “Müzik Başarı Ödülü”, 2025 yılı için Flütist Prof. Dr. Ece Karşal tarafından kurulan; kuruluşundan itibaren geçen süre zarfında ulusal ve uluslararası alanda sayıda başarılı konsere imza atan, gerçekleştirdiği konserlerle ve spesifik çalışmalarla çok dar bir alana hitap eden Flüt repertuarına katkıda bulunan, Çağdaş Çoksesli Türk Müziği bestecilerinin eserlerinin tanıtılmasında önemli rol oynayan ve daha bir çok önemli başarı sağlayan; şefliğini ve sanat yönetmenliğini Flütist Prof. Dr. Ece Karşal’ın yaptığı MARMARA FLÜT ORKESTRASI’na verilmiştir.

33. Mavi Nota Müzik Ödülleri (2025) “Müzik Başarı Ödülü”nü kazanan, MARMARA FLÜT ORKESTRASI’nı tebrik eder, klasik çok sesli çağdaş müziğin gelişmesinde ve yaşatılmasında verdikleri uğraşta başarılar dileriz.

*

Marmara Flüt Orkestrası, 2015 yılında Flüt Sanatçısı Prof. Dr. Ece Karşal tarafından kurulmuş olup, Türkiye’de flüt ailesinin tüm üyelerini bünyesinde barındıran ilk orkestradır. Orkestra, profesyonel flüt sanatçıları, öğretmenler, ileri düzey amatör flütistler, ilkokuldan üniversiteye kadar farklı seviyelerdeki seçilmiş ve başarılı müzik öğrencilerinden oluşmaktadır. Kısa sürede önemli başarılar elde eden orkestra, yurt içi ve yurt dışında önemli konser salonlarında konserler gerçekleştirmiştir.

2016’da Uluslararası Nefesli Sazlar Festivali’ne katılarak üç Türk bestecisinin Marmara Flüt Orkestrası için yazdığı eserlerin uluslararası prömiyerlerini gerçekleştirmiştir. Türk bestecilerinin eserlerini seslendirmek ve tanıtmak orkestranın temel hedeflerinden biridir.

2018’de, orkestra Bulgaristan’da gerçekleştirilen Uluslararası Gençlik Festivali’nde Türkiye’yi temsil ederek, “Klasik Müzik, Orkestralar” kategorisinde birincilik ödülünü ve “Festivalin En Profesyonel Grubu” ödülünü kazanmıştır. 2019 yılında Polonya’da düzenlenen Avrupa Flüt Toplulukları Festivali’nde iki konser veren orkestra, Rahşan İzmirli Oğuz’un “Uyanış” adlı eserinin dünya prömiyerini gerçekleştirmiştir.

2020’de Fransa’da Flutissmo Festivali kapsamında Mauricio Lozano yönetimindeki “Flûtes d’Azur” ile ortak bir konser vermiş ve Türk bestecilerinin eserlerinden oluşan bir programı seslendirmiştir.

2021’de 33 ülkeden 140 orkestranın katıldığı Dünya Orkestra Festivali’nde “Featured Orchestra” kategorisinde bronz madalya kazanmıştır.

2023 yılı Ocak ayında Portekiz’de düzenlenen Avrupa Flüt Toplulukları Festivali’nde İstanbul Flüt Topluluğu ile beraber Türk bestecilerinin eserlerini seslendiren “Turkish Flute Ensemble” olarak büyük beğeni toplamıştır.

2024’te Marmara Flüt Orkestrası, World Classical Music Awards (WCMA) yarışmasında Orkestralar Kategorisi’nde birincilik ödülünü kazanarak başarılarına bir yenisini daha eklemiştir. Yine 2024 yılı Nisan ayında, Marmara Flüt Orkestrası ve İstanbul Flüt Topluluğu üyelerinden oluşan Türk Flüt Topluluğu, ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen Uluslararası Büyük Flütler Festivali’ne katılarak Türkiye’yi temsil etmiştir.

Marmara Flüt Orkestrası son olarak 26 Ekim 2025 Pazar günü kuruluşunun 10. yılı kutlamaları çerçevesinde kurucu genel sanat yönetmeni Prof. Dr. Ece Karşal’ın öncülüğünde, Türkiye’nin dört bir yanından gelen 494 flütçü ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 102. yıldönümünde müzik tarihine geçen başarılı bir rekor denemesi gerçekleştirmiştir!

Marmara Flüt Orkestrası 2021 yılından itibaren Marmara Üniversitesi ve İstanbul Esenler Belediyesi iş birliği ile Ulusal Flüt Yarışması’nı düzenlemekte olup, “Güzel Sanatlar Liseleri” ve “Amatör Flütistler” kategorilerinde yarışmalar gerçekleştirmektedir. Marmara Flüt Orkestrası bünyesinde GENÇ MFO ve  Low MFO topluluklarını da barındırmaktadır. GENÇ MFO YOUNG MFO Orkestranın 20 yaş altında olan üyelerinden oluşmaktadır. Low MFO Büyük MFO Orkestranın büyük flütlerinden oluşmaktadır (Alto Flüt, Bas Flüt ve Kontrbas Flüt).

Marmara Flüt Orkestrası, çalışmalarına Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü bünyesinde devam etmektedir.

*

Mavi Nota Müzik Ödülünü kazananlar (1994-2025)

1- Deniz Ertan, Yiğit Aydın, Cem Soydemir; 2- Efe Akbulut, Neşe Tartanoğlu, Tülay İlter Sunar, Arzu Kara, Didem Hızer, Kurtuluş Çelebi; 3- Duyuşlar Müzik Dergisi (Figen Yünlü, Pınar Aksoy, Özge Çongur), Sefai Acay; 4- Orhan Süer, Gülçin Şencan, Hatice Gül Özaltay, Ferruh Uzunali yönetimindeki Trabzon TSM Üst Korosu; 5- İdil Çalışlar, Hatice Gül Karaman, Cemile Uncu, Türkiye Polifonik Korolar Derneği, Aylin Özmenek; 6- Fatma Filiz Çıragül, Melihat Gülses; 7- Nilgün Abışka; 8-Kutlu Payaslı; 9- Ahmet Say; 10- Prof. Dr. Yalçın Yüreğir; 11- Prof. Dr. Edip Günay; 12- Prof. Dr. Ali Uçan; 13- Prof. Dr. Sadettin Ünal; 14- Ayşe Taş; 15- Soprano Nurdan Küçükekmekçi;  16- Dilek Türkan; 17- Mezzosoprano Ebru Kaptan; 18- Ferid Odman, Tuna Ötenel; 19- İnci Özdil, Prof. Erol Erdinç; Trabzon Radyo KTÜ FM;  20- Özgür Aydın, Yeşim Gökalp; 21- Soprano Ayşe Şener, Soprano Eylem Demirhan Duru; 22- Allegra Ensemble Müzik Topluluğu; 23- Doç. Dr. Onur Özmen; 23- MozartHaus Konser Evi (Ilgın Salman – Koray Okyay); 24- Münip Utandı, Meral Uğurlu; 25- İdil Biret, Mithat Fenmen, Muzaffer Sarısözen; 26- Dr. Teoman Önaldı; 27- Prof. Dr. Yalçın Tura; 28- Trabzon Olimbera Woice Çoksesli Korosu; 29- Sıtkı Sahil; 30- Yücel Erten, Yücel Paşmakçı, 31- Başkent Oda Orkestrası, 32- Merve Kocabeyler, 33- Marmara Flüt Orkestrası.

Trabzon’un Orta Yeri Anılar!

Kokular hiç değişmedi…

Yağmur kokusu, çakıl taşları ile karışık yosunlu deniz kokusu, kara tütün, sararmış fındık, Arnavut taşlı sokakların rutubet kokusu ve gri bulut yüklü ıslak kokusu…

Yıllar yıllar önce 1970’lerin ortaları olmalı… Yeni Ortam’da Çetin Altan yazmıştı. Birkaç kere okumuş, çok etkilenmiş, kesip saklamış ama pek inanmamıştım. “Hadi canım sende, üstat gene abartıyor” demiştim. Mealen şöyle diyordu üstat: “Hayat gariptir, bir yaprak döner, bakarsın Sağmalcılar’dasın, sırtını helânın kapısına dayamış, iki ayağın kubur taşının iki ucunda… Sonra bir yaprak döner, bir bakarsın bir Avrupa şehrinde, o şehri ikiye bölen nehre karşı şarabını yudumluyorsun…”

Olmaz böyle şey diyordum. Keşan’ın Çamlıca tepesine sırtını vermiş, içinde her çeşit kokunun ve gürültünün kol gezdiği 4. Topçu Alayı Karargâh bölüğü 1. koğuşta sabaha karşı ter içinde uyanıp kendimi üst ranzada koğuş nöbetçisinin kalk komutunu bekler bulduğumda aklıma takılıyordu. En azılı gomonistlerden Doç. Bedrettin Cömert’in askeri birlikte propagandasını yapmaktan askeri mahkemede yargılanıp rütbeleri sökülüp düz er yapılmış ‘ben’ sakıncalı personele, nöbet dahi yazmıyorlardı. Allah muhafaza, olur ya nöbet yerini terki diyar firar eder, anarşik eylem yapardım!

Sonra, bir gün gerçekten bir yaprak döndü, kambiyo okuyup büyük adam olmak için kendimi Londra’nın Chelsea’sinde Wellington Düşesi Majeste Kraliçeye sadakat yemini etmiş The Westham High Schooll kambiyo dil okul öğrencisi olarak buluyorum…

Sonra bir yaprak daha döndü Trabzon’da Meydan’da Suluhan’ın kuzeydoğu köşesinde yer alan Kuyu’da akşamcı abilerin sohbetlerini dinleyerek Fransız Beaujolais şarabı içiyorum.

Çetin Altan haklıydı!

O günlerden sonra yaprak kaç kere daha döndü bilmiyorum, şimdi doğduğum şehrin balkonu Tekfurçayır’dan Karadeniz’i seyrediyorum 45 senedir. Bu kadim şehrin kaldırımlarını kaçıncı çiğneyişim? Zağanos Köprüsü’nden, Ortahisar’ın dar sokaklarından, Tabakhane Köprüsü’nün zamana direnen yorgun tarihinin üzerinden kaçıncı geçişim?

Şimdi Tekfurçayır’dan kalksam, 218 rakımlı Telsiztepe’nin zirvesinde bulunan, zamanında Rum Banker Kabayanidis’in yazlık evi, şimdilerin Atatürk köşküne doğru yürüsem, Çamlık civarında bisiklet tekerlekli 1915 model Plymouth marka aracıyla ‘bu halk bana bakar’ dediği köşküne giderken kurucu Ebedi Şef’e rastlar mıyım? O bana şehlâ bakışıyla ‘böyle tek başına nereye gidiyorsun çocuk?’ diye sorar mı?

Serin yaz akşamında köşkte onuruna düzenlenen fasıl sonrası Necmi Åti Spor kulübü Ar kolu saz heyetinden Baterist Hikmet Bey’le yine şakalaşır mı? Fasıl sırasında kimi şarkılara kısık sesiyle eşlik ederken, yok olmaktan kurtardığı bu kadim halkın yaşadıklarını hatırlayıp gözleri dolar mı? Kahvesini yudumlayıp, Vali Sezai Uzay Bey’e; “Sabiha ne yaptı? Harekat nasıl gidiyor?” sorularını sorar mı? O fotoğrafta bedenen Trabzon’da, aklının Dersim harekatında olduğunu görür müyüz?

Limandaki Peugeot motor kumpanyasında mavnacılık yaptığı için ‘Fransız’ lakabıyla çağrılan Fransız Ali’nin, namı diğer Ali Çanakçı’nın Tamburi Cemil stili tamburundan dökülen Muallim İsmail Hakkı Bey’in Ferahnâk saz semaisinden çok etkilenip, Fransız Ali’ye, “hadi çocuk şimdi bir de Eviç dinleyelim” der mi?

Hayır, ben Trabzon’dayım ama bu zamanda değilim. Gece karanlığına kalmadan Tekfurçayır’da o bahçe içindeki kırmızı damlı, sarnıcı da bulunan evde olmalı mıyım? Evet, olmalıyım!

Sahi biz hangi Trabzon’u anlatacağız? Hangi Trabzonları bir, bir yaşadık?

Bütün Trabzonları yaşamış olmak mümkün mü?

Mahalle çeşmesinin şırıltısına bulaşmış dinginliği, o nohut oda bakla sofa, kimi zamanda iki kat bahçe içinde kırmızı aşı boyalı Malta taşlıklı hani o yazın taşlığı serin, serin sulanan, biraz yontulmuşların kameriyesi de fıskiyeli havuzu ya da sarnıcı olan, bütün odalarında mutlaka hamamcığı bulunan, ayakkabıların girişte sıra, sıra dizildiği, içeriden azarlanıp tokatlanan beslemenin hıçkırıkları, “Allah canımı alsa da kurtulsam” höykürmeleri yükselen evlerin durağan rahatlığında yaşanan Trabzon’u yaşadık mı biz?

Benim ucuna yetiştiğim. Meydancık daha yok olmamıştı. Günde birkaç araba ya geçer ya geçmezdi. Yolun kenarındaki çeşmeden su alırdık, evde su kesildiği zaman. Kavşağın bulunduğu yer Meydancık tabir edilirdi. Meydancıktan yürü gel. Meydancığı geç, Bakkal Miraç Efendi’den ekmek al, Meydancıkta oynamayın, araba geçer ezilirsiniz. Meydancıkta tarihi karakol binasının arkasındaki sokakta, aralığın içinde, sarı kışlaya varmadan bahçeli ev bizim evimiz.

Yaşıtım çocuklarla, annemden dayak yemeyi göze alıp Meydancığa yakın yerlerde top koşturuyoruz.

Meydan’daki sinemanın hemen yanında parkın içindeki Ferah Lokantası ve müdavimleri; Uzun Sokak’ta şapkalı adamlar, tango etekli kadınlar nerede şimdi?  Ajans saatinde İsmet Paşa “harbe” girecek mi haberlerini kaç kişi dinliyor lambalı radyonun parazitli sesine rağmen? Nurettin Artam radyoda ne diyordu bakalım? Hitler gâvurunun Trabzon’a erişme tehlikesi var mıydı? Şu ağır, sarı bir tragedya maskesi gibi, arabanın içinde asık suratıyla geçen paşa kimdi?

Trabzon kadınları gerçekten kara çarşaf giyer miydi? Yoksa “nostaljik” beynimin gizli kıvrımları bana böyle oyunlar mı oynamaktan hoşlanıyor? Kara çarşaf, ak saç bir de uçları artık kına yakmaktan mı, yoksa ünlü Yenice sigarasının kötü kokulu tütününden mi sapsarı olmuş tiryakilerin parmakları…

Yenice midir, yoksa artık çok eskilerde kalmış Ahali gibi Gazi gibi birtakım sigaralar mı? Mukavva kutulu, çoğu zaman yaldızlı, hem kutusu, hem ucu, üzeri “eski yazı”, bir takım unutulmuş, bilinmeyen, hatırlanmayan marka sigaraları kim satardı? Dedem rahmetli Akçakale’de Gazi karşıtı Ermeni, Rum, Gürcü çetelerin burnunun dibinde kamyonlara silah yükleyip Doğu Cephesine, onun deyimiyle Kara Kazım Bekir Paşa’ya gönderirken Ahali mi içiyordu?

Sahi Trabzon’da Tekel tütün rejisini kim kurmuştu? Ahali sigarasından çok sonraları!

Trabzon’un sağına soluna serpiştirilmiş bütün Müslüman mahalleleri gibi donuk, sessiz, akşam ezanından akşam ezanına telaşlı ayak sesleriyle uyanan, herkesin herkesi tanıdığı bir şehir nerede şimdi? Kabayanidis hepsine tepeden bakardı. Ömürleri boyunca beş kilometre bayırı tırmanıp, Şimdi Atatürk köşkü denilen köşkü görmemiş olanların yaşadığı Trabzon’u kim hatırlar şimdi?

Sotka erkekleri takacılık, mavnacılık yaparlar, denizde “seyr-ü sefain” işlerine bakıp geçinirlerdi. Subaylar gemilerin güvertesinde tavuk besler, yumurtaları getirip Moloz çarşısında resmen okuturlardı. Devir Ulu Hakan devri!, ya… Sonra ilk cihan harbinde donanmanın rıhtımdan açılıp daha Yeros (namı diğer Yoroz) Burnu’nu dönmeden kazan patlatıp kalakaldığını komşusundan duyanlar nerede şimdi?

Ermeni, Gürcü, Rum çetelerinin çirkin birer homurtu gibi gelen tüfek sesini, beş numara idare lambasının ışığında dinledikten çok sonra da süpürge otundan vesika ekmeğine talim etti Trabzon ahalisi. Kimileri de iskeleden Erzurum’a, doğu cephesine cephane götüren kamyonlara mermi dolu, silah dolu, sandık taşımayı tercih etti.

İşgalde Müslüman evlerini aramaya gelen Ermeni çavuşun çizmeleri gıcırdıyor muydu? Yüzbaşı Arthur Trabzon’da bulunmuş muydu? Gâvur Meydanı’ndaki sinemada Pola Negri’nin filmleri oynar mıydı? Kantocu Şamran Trabzon’a gelmiş miydi? Gelmiş ise, yüz yirmi okkalık pembe-beyaz kolları ve güzelliği ile kaç Trabzon gencinin ruhunu çalmıştı?

1335 Ramazanı’nda mahalleden Hasan Efendi iftardan sonra hadi hanımlar, çarşaflanın, sizi Gâvur Meydanı’na götüreyim kumpanya varmış, dediğinde; aman bir seviniyorlar, bir seviniyorlar, hayatlarında tahta silmek, çamaşır yıkamak, bulaşık yıkamaktan başka bir şey yok ki en büyük keyifleri haftada bir denklerini bohçalarını yapıp, taslarını, sabunlarını, misvaklarını alıp hamama gitmek… Dolma-börek yaparlar, sabahtan akşama kadar bir halvete, bir soğukluğa, akşam ezanıyla akça pakça eve dönüp üç gün de hasta yatarlar! Hangi Trabzon’da yaşandı bunlar? Sahi, 1335 Ramazan’ı 1919’a mı denk düşüyordu?

Trabzon’u bu şekilde düşünmek hoşuma gidiyor.

Şimdi Meydan’da Atatürk heykelinin önünde dursam, ortalıkta ‘yazıyor yazıyooor, Lenin’in öldüğünü yazıyor’ diye bağıran, ne kızıl Bolşevik dergisi satan gazete satıcılarını, ne de parke taşlarını söküp beyaz miğferleriyle “o eski toplum polislerinin” üzerine atan bizim eski ihvanları bulamayacağım, biliyorum! Eskiden çok sessiz olan Trabzon caddeleri şimdileri New York’a dönmüş, millet üst üste yürüyor, ortalama on dakikada bir canavar düdükleriyle inliyor.

Nereden çıktıysa bir de başka resim: Çok güneşli, çok serin bir gün, saat: 15.00 suları, havada tütün ve incir kokusu, limanda deniz acentesinin hemen önü, Vali Sezayi Uzay Bey önderliğinde devlet protokolü ve halk saygılı bir kalabalık oluşturmuşlar, bekliyorlar. Öyleyse tarih 10 Haziran 1937 olmalı, hafiften yosun kokusu, tütün ve incire karışıyor, Ata’nın Trabzon’a son gelişi, bunu bana anlattılar mı, yoksa şu yeniden doğuş tantanaları gerçek, ben de oralarda bir yerlerde miydim, yoksa büsbütün uyduruyor muyum? Bak bakalım tarih derunumda bir iptilâ mı, yoksa 88 yıl öncesi bugünden daha dipdiri bir gerçek mi?

Ustam Faulkner Baba, “the past is never dead, it is not even past” demişti bir romanında; geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir!

İşte; resim çok net, çok gerçek. Sık, sık gözümün önüne düşüyor.

Müfit Semih Baylan

İstanbul’un Onuncu Adası Vordonisi ve Kanal İstanbul

Bu makaleyi ilk olarak Kanal İstanbul inşaatı medyada yer aldığı sıralarda 2017 yılında takip ettiğim çeşitli ezoterist kaynaklardan edindiğim bilgilerle ilişkilendirerek yazmıştım. Yazım aşamasında bir kısmını Facebook sosyal medya sayfamda paylaşmıştım. Ancak gelen yorumlarda aynen HAARP-CHEMTRAİLS meselesinde olduğu gibi üstü kapalı mahallenin delisi muamelesi görünce uykuya bırakmıştım. Oysa gönüllü bir aktivist olarak amacım sadece ve sadece konu ile bağlantı kurulmasını sağlayıp ‘farkındalık’ yaratmaktı. Söz konusu makalemi HAARP-CHEMTRAİLS meselelerinin TBMM’de gündeme geldiği şu süreç içinde bir umut üzerine eğilen olur, ülkemizin şu Ekümenik tuzağına düşmesini önlemek amacıyla da yeniden yayınlıyorum. Yazılanları alan alır almazsa da bu coğrafyada iş olacağına varıyor zaten!

 

İstanbul yerleşim olarak fay hatlarının üzerindedir ve tarih boyunca birbirinden büyük depremler yaşamıştır. Ve bu depremlerden en büyüklerinden bir tanesi de tarihler 1010’un Temmuz ayını gösterdiğinde gerçekleşmiştir. Öyle bir depremden söz ediyoruz ki Marmara'nın suları o zamanın Bizans'ının başkenti olan İstanbul'un yarısına kadar gelmiş ve binalar sular altında kalmıştır. Yaşanan Tsunami'nin etkisiyle günler sonra sular çekildiğinde İstanbullular, büyük bir sürprize karşılaştılar.

Şimdinin Maltepe ve Bostancı semtlerinin hemen karşısında, yaklaşık 350-400 metre açıkta bulunan büyük bir ada, yani Vordonisi isimli ada yok olmuştu. Ve o depremle beraber sulara gömülen ve tamamen yok olan ada zaman içinde unutuldu gitti.

Ta ki günümüzden 18 (muhtemelen 2007) yıl öncesine kadar Fener Rum Patrikhanesi'de bulunan ve milattan sonra 500 yılına ait bir Portolan(1) haritanın bulunmasına kadar bu adadan hiçbir şekilde söz edilmez. O haritada bu adanın yeri gösteriliyor ve adı yazıyordu. Geride kalan 18 yılın ilk on yılı içinde bölgeye yapılan dalışlar ve araştırmalar neticesinde 1010’daki bu büyük depremde Vordonisi adlı adanın sular altında kaldığı ve yok olduğu anlaşıldı.

Prens Adaları olarak adlandırılan adalar; Kınalı (Proti), Burgaz (Antigoni), Heybeli (Chalki), Büyükada (Pringipo) ve yanında Sedef Adası (Terebinthos), Kaşık Adası (Pita), Neandros (Tavşan Adası), Sivriada (Oxia) veya Hayırsız Ada ve Yassıada (Plati)  ile birlikte 9 ada olarak bilenmesine rağmen aslında 9 değil 10 olup bunlardan biri de Vordonisi adasıdır.

Vordonisi Adası’nın tarihî değeri, Maltepe Belediyesi öncülüğünde başlatılan bir proje ile ele alındı. Alanındaki bilim adamları ve Vordonisi rehberleri Serco Ekşiyan ve Ercan Akpolat’tan oluşan bir ekip, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Unesco’ya adanın tüm özellikleriyle keşfedildiği bir çalışma sundular.

Ve Vordonisi adası 1010’daki o büyük depremle sulara gömülerek tamamen yok oluyor. Dalış yapan dalgıçlar Vordonisi adasındaki binaları, manastırları görmüş ve tespit etmişlerdir. Bazı kaynaklardaki iddialara göre Vordonisi adası batmadan önce Avrupa'da çok popüler bir ada idi. Bunun nedeni de sürgünlere ve din adamlarına ev sahipliği yapıyor olmasıydı.

Ezotorizmin(2) ve büyücülük ilmi Katolik Avrupa'da şeytani bir konu olarak görüldüğü için cezası idamdı. Bundan dolayı Katolik Avrupa’dan Anadolu coğrafyasına kaçanlar özellikle İstanbul’a ve Vordonisi adasına gelip sığınıyorlardı. Vordonisi adası Anadolu’da ki bu merkezlerden bir tanesi ve en popüler olanıydı.

Şunu belirtmek isterim ki kaçan ezoterist cadılar ya da kaçan büyücü denilen kişiler, zamanın ilminden, biliminden nasibini almış kişilerdi. Şifacılığı bilen bu kişiler, matematik, geometri ve sosyoloji alanında bir şekilde kendini yetiştirmişlerdi. Bu kişilerin geçmişini incelediğimizde, hepsinin backgroundlarında muhakkak dini bir terbiye vardı. Bu kişilere Hıristiyan terminolojisinden gelen değişik inanç kültlerinin yetiştirdiği kişiler, bilgiler doğrultusunda yetişen kişiler diyebilirsiniz.

Kıta Avrupası'ndan Katolik kilisesinin baskısıyla cadılar ve büyücüler akın akın o zaman doğruca İstanbul’a Vordonisi'ye geliyorlar ve değişik manastırların içerisine yerleşiyorlardı. Kendilerine değişik kimlikler edinerek Ortodoks Hıristiyan camiasının içerisinde kendilerine bir şahsiyet alanı oluşturuyorlardı.

Vordonisi adası bu anlamda önemliydi.

Bu kişiler gelirken beraberlerinde Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden antik büyü ilmini barındıran objeler getirdiği de söyleniyor. Bunlar, yazmalar, sihirli olduğuna inanılan eşyalar. Kimileri bu objelere gizemli, sihir, bir maji gücü, bir büyü, tılsım aracı özelliğini taşıyan objeler diyorlar. Tabii ki siz bu objelerle ne yapacağınızı bilmezseniz objenin hiç bir önemi yoktur. Ama Ortodoks Hıristiyan camiada ya da değişik inançlarda objelerin bir kısmı kişiye bağlı olmadan önemlidir. Yanlarında bu kişilerin getirdiği sihirli objelerden ziyade getirdikleri kehanet kitapları, kozmoloji kitapları, vb yazmalar mevcuttur ki bunlar daha ziyade deri üzerine yazmalar, kemik üzerine yazmalar, taş üzerine yazmalardır.

Çünkü Ezoterizmde bilinir ki hiçbir şey öyle bildiğiniz sıradan kâğıda yazılmaz, çizilmez. Ezoterik öğretilerde özel mürekkep, mürekkep türevi karışımlar kullanılır ve bunlar yani ikonalar, Meryem'in, Azizler'in resimleri, boyaları Ortodoks camiasında Doğu Hıristiyan kiliselerinin hepsinde sürekli oldu ve mevcuttu. 1010 depremiyle beraber Vordonis'i yok oluyor ama ondan öncesinde buraya yaşanan büyük bir göç vardı ve adaya göç edenler Avrupa'dan ihtiyacına göre büyü yaptırmaya geliyorlardı.

Şimdi Vordonisi adasının niye önemli olduğunu buraya kadar verdiğimiz bilgilerin ışığında açalım:

O dönemde iki patrik söz konusu. Biri Patrik Photius, diğeri Patrik Ignosius. Bunlar birbirine rakip patrikler ve dönem içerisinde iki kez patrikliğe geliyorlar. Vordonisi adasında Satir (Satyros) Manastırı vardır. Satre, Satır, Satros Manastırı olarak da bilinir. Satir Pagan tanrısıdır. Kehanet, büyü ve doğa olaylarını kontrol altına alınabileceğini düşünülen bir tanrıdır bu.

Yukarıda adını verdiğim birbirine rakip bu iki patrik, birbirine rakip olduğu müddetçe güç ve hiyerarşik düzenin içerisinde etkili olmaya çalışıyorlardı. Patriklerden Patrik Photius Bizans İmparatoriçesi Teodora’nın kız kardeşiyle yakınlığı mevcuttur ve Patrik Photius’un iktidar mücadelesi İmparatoriçe Teodora tarafından da desteklenmektedir. Fakat bu iki patrik arasındaki iktidar mücadelesi sonucu Ortodoks camiası ile Vatikan yani Katolik camia ile ciddi anlamda birbirinden uzaklaşmaya başlarlar.

Şu nettir ki Vordonisi adasındaki görüşmeler iki patriğin birbiriyle olan mücadeleleri neticesinde Ortodoks camia yani Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesi yani Vatikan Katolik camianın ilk kez birbirlerini aforoz etme süreçleri bu zamanda başlar ve neticede Patrik Photius Katolikleri aforoz eder.

Buradan da anlaşılacağı üzere iki taraf arasındaki ayrılığın ilk adımları Vordonisi adasında atılıyor. Ayrılığın ilk fikir konuşmaları Vordonisi adasında gerçekleşiyor. Konuşulduğu yer ise Vordonisi adasındaki Satir Manastırıdır.

Zaten Patrik İgnosius bu anlamda çok önemlidir ve daha sonradan Aziz ilan edilmiştir Ortodoks camia tarafından.

Patrik İgnosius Aziz ilan edildiği ve patriklikten azledilişinin ardından yaşamının son yedi yılını Vordonisi adasındaki Satir Manastırında geçiriyor ve orada ölüyor. Mezarı Satir Manastırındadır. Ortodoks camia inancına göre bir kişi Aziz olmuş ise Ortodokslar için kutsal kişiliktir. Bir kişi kutsal ise onun kemikleri de kutsaldır (kemik kültü).

Avrupa’dan gelen dalgıçların adanın batık alanında su altı çalışması yapmasının en önemli nedeni Patrik Photious’un mezarını bulmaktır. Çünkü mezar bulunsun ki kemiklerine ulaşılsın. Çünkü Hıristiyanlık, Miladi 1054’te Katolik ve Ortodoks olmak üzere ikiye bölündü. İki camia Hıristiyanlıkta ayrılığın bininci yılı olan 2054’te Katolik ve Ortodokslar muhtemelen tekrar barışacaklar. 2054 yılında tekrar barışacaklarsa önceden barışma ritüelleri, batırışma yakınlaşmaları, batırışma diyaloglarının oluşması gerekiyor ki günümüzde de görüyoruz.

İlk barışma süreci 1954’te başladı ve günümüzde hala da devam ediyor. Fener Rum Patriği ile Papa'nın bir araya gelmesi, din adamlarının görüşmesi öyle görünüyor ki 2054’te barışma ve birleşme süreci ile noktalanacak. Yani Hıristiyan toplumu artık Ortodoks ve Katolik olarak değil, eski kilise sisteminde olduğu gibi tek çatı altında olacaklar.

Fakat birleşmeden önce önemli olan bazı ritüellerin yerine getirilmesi gerekiyor. Patrik Photius ayrılmadaki önemli azizlerden olduğu için onun kemiklerinin bulunup birbirlerini aforoz eden patriklerin barıştırılması gerekiyor süreç içinde. Kemikler bu anlamda önemli. Önemi de şu: Siz olmayabilirsiniz ama kemiğiniz sizi temsil eder. Zira Ortodokslukta kemik kültü önemlidir.

Katoliklerin papasıyla, Ortodoksların patriklerinin bazı önemli pozisyondaki bu karar sürecinde etkili olan Azizlerin kemiklerinin de birbiriyle barışması gerekiyor. Bu gerçekleşmesi gereken ritüellerin en önemlisi ve birincisi. Bunun için mezarın bulunması gerekiyor.

Önem sırasına göre ikincisi de Avrupa topraklarından kaçarak öğretileri ve bilgileriyle İstanbul'a gelen kâhinler, maji ya da büyü yetkisine sahip olan kişiler bilgilerini de getirdiler ve bu süreç içinde Patrik Photius ile yakın diyalog içinde olduklarından, bilge ve kâhin olarak anılan Patrik Photius ömrünün son yedi yılını geçirdiği Vordonisi adasındaki Satir Manastırına bu bilgileri gömdürmüş olması gerekiyor. Zira manastırın içinde büyük bir kütüphanesinin olduğu biliniyor. Ayrıca manastırda dehlizler mevcuttur. Satir Manastırında dehlizler olduğunu nereden biliyoruz? Satir Manastırın tıpkı benzeri Küçükyalı Bostancı arasında kalan sit alanı içinde bulunan bir diğer Satir Manastırında yapılan incelemelerden biliyoruz.

Fener Rum Patrikanesi’nde bulunan Portolan haritalar çok ayrıntılı olmamakla birlikte yer tespiti konusunda son derece güvenilirler.

Manastır yapılarının takibi, azizlerin hayatları, patriklerin ya da kilise adamlarının icraatlarını takip ederek sonuçta görüyoruz ki Patrik Photius son derece önemli bir kişidir. Daha sonradan inanış ve bir algı olarak şöyle bir algı oluşmuştur: Patrik Photius bu maji, büyü ve kehanet işleriyle o kadar uğraşıyordu ki ve Pagan Tanrısı Satyros adına bu manastırı yaptırmıştı. O zamana kadar büyünün ve majinin merkezi Vordonisi idi.

Vordonisi ile birlikte manastır sulara gömülünce büyünün ve majinin merkezi Avrupa-Anadolu Anakarasından ayrılıp İngiltere'de yol buldular ve İngiltere'den Amerika'ya gittiler. Amerika şu an maji, büyü, sihir, kehanet ve benzeri konulardaki dünyadaki önemli merkezlerin başında gelir.

2054 yılında kiliseler birleşirse İstanbul bu açıdan çok büyük önem kazanacak. Sonuçta burası bir İslam camiası, İslam felsefesi, İslam tasavvufu ile vücut bulmuş dünyadaki önemli bir bölge. Daha açarsak İstanbul ve Anadolu’nun; Pagan geçmişi var, Hristiyan geçmişi var ve İslam kültürü ve İslam tasavvufu hala bu coğrafyada can bulmaya devam etmektedir.

İşte bunların hepsinin kesişeceği yani bir gizemsel, ruhani merkezin olacağı yer İstanbul.

Neresi olacak?

Kanal İstanbul'la birlikte oluşturulacak olan Ada İstanbul olacak.

Nasıl?

Adalar ezoterizmde, kötülüklerin ya da kıskançlıkların, hasetlerin, fesatların, yıkımların, zararların gelemeyeceği korunaklı bir bölgedir. Adayı korunaklı bir bölge haline getiren ise ‘Su’dur. Suyun ezoterizme göre koruyucu, arındırıcı özelliği vardı. Su zaten hafızası olan bir yapıdır. O nedenle büyü yapılırken, hani bunun adada yapılması daha etkili mi oluyor sorusunun yanıtı şudur: Enerjinin iyisi kötüsü yoktur. Enerjiyi oluşturan maji, büyü, tılsım, iyi dilekler, kötü dilekler her türlü etkiden korunması için enerjinin güçlü olması gerekiyor ki, bunun için su ile koruma altına alınmış ada gerekiyor. Bundan dolayı Vordonisi adası seçilmiştir. Enerjiyi kullanmadaki niyet ve enerji size bağlıdır. Güç ve kontrol kimdeyse adayı o amaçlı kullanır.

Şimdi Kanal İstanbul'a gelelim:

Kanal İstanbul'un yapılmasıyla birlikte Avrupa Yakası'nda yer alan 35 ilçeden 19'u bu adanın içinde kalacak.

Peki, burası nasıl bir ada olacak?

Tabii Fener Rum Patrikanesi bu adanın içinde olacak. Sur içi dediğimiz İstanbul'un kadim bölgesi ve en kıymetli en önemli yerlerinden bir tanesi sonuçta bu adanın içerisinde kalıyor. Ben bu makaleyi yazarken Kanal İstanbul'un yapılacak mı yapılmayacak mı süreciyle ilgilenmiyorum! Ama şunu biliyorum ki ezoterik tarihi inceleyen ve gizli ilimleri ve bu mevzuları olabildiğince merak edip inceleyen birisi olarak bu kanalın zaten önceden yapılmak için plana sokulmuş olduğunu görüyorum. Osmanlı döneminde de vardı. Bugüne gelene kadar Cumhuriyet hükümetleri döneminde gündeme getirildi sonra yine unutuldu.

Şimdi bu iktidar döneminde yeniden gündeme getirilen Kanal İstanbul’un yapılması ile oluşturulacak ada kısmı:

1- Dini yapıların, dini inançların merkezi olacak.

2- Para kontrolünün merkezi olacak.

Bu bağlamda önemli olan engellemek ya da yaptırmak değil. Olacak olanı kontrol ediyor olmak ve gelişen gücü bir şekilde sizde içinde kontrollü bir şekilde ve kuvvetli kullanabilmek.

Patrikhaneyi nasıl etkiler bu Kanal İstanbul projesi diye soracak olursak: Fener Rum Patrikhanesi şu an Hıristiyan camiada son derece kuvvetlenmiş vaziyettedir. Vatikan'ın içerisinde sansasyonel olaylar yaşandığını Vatikan'ın eskisi gibi nüfusunun artmadığını biliyoruz ve Vatikan merkezli Katolik inancının artık eskisi kadar dünyada yaygın olmadığını yine biliyoruz. Öte yandan Hıristiyanlığın bir başka inanç sistemi Protestanlık zaten dar bir alanda, sınırlı kalmış durumda.

Ama bun karşılık Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Slav ırklar, Rusya, Doğu Kilisesi dediğimiz bölgelerin sürekli nüfusu artıyor, gücü artıyor, ticari açıdan her geçen gün güçleniyor. Bundan dolayı Fener Rum Patrikhanesi dizginleri gelecek günlerde eline alabilir. Zira Rusya çok önemli bir Ortodoks yapıdır. Dolaylı olarak da Kanal İstanbul Projesinin yapımını, tüm karşı çıkmalara rağmen güçlendirebilir.



Kaynak:

(1) Portolan haritası, 4. ve 5. yüzyılda Avrupa'da kullanılan, kıyılar ve limanlara dair bilgiler içeren el yazması denizcilik haritaları.

(2) İçerikçilik, batınilik ya da ezoterizm; bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstat tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir.

Toplum Sanatı Değersizleştiriyor!

Kimileri sanatı yalnızca estetik bir haz yaratmak ve sanatçının iç dünyasını ifade etmek için var olan bir araç olarak görür. Kimileri ise sanatın topluma hizmet etmesi, kişilere herhangi bir konuda bir çağrı yapması gerektiğini savunur. Oysa ben sanatı, “Kent kültürünün en rafine ürünüdür!” şeklinde tanımlayarak, sanatın kentli yüksek gustonun ve birikimin eseri olabileceği tezini savunuyorum.  Çünkü sanat aklımıza gelebilecek her şeyi kendi diliyle anlatır. Bir resim, şiir, senaryo, opera, fotoğraf, müzik… Hepsi bir sanatın kendine has yüksek gustosu ve diliyle hayat bulur, yüksek düşüncenin ruhunu yansıtır, duygularını aktarır, bazen de saklı olanı keşfetmemizi sağlar.

Bir sanat eseri ders vermez ancak reddetmeyi öğretir, bunu yaparken de kişiye ayna tutarak o konu hakkında düşünmeyi, düşünce üzerinden ölçmeyi ve kıssadan hisse çıkarmayı sağlar. Bir sanat yapıtını izlerken edinilen haz bir öğreti ortaya koymaz ama düşündürür. Haz denilen şey gırgır şamata değildir. Evet, bunlar da hazzın içindedir ama hazzın içinde başka şeyler de vardır. Ünlü bir yazarın ünlü bir cinayet romanını okurken, o romanda gerçekleşen cinayetin nasıl gerçekleştiği değil, cinayetin gerçekleşmesine neden olan etmenler üzerine düşünerek cinayetin oluşmasında etkili olan ilişkiler ağını çözerek haz alırsınız. Bu hazzı almamıza neden olan iki etmen, romanın anlatımında kullandığı dildeki ‘Üslûp’ ve romanın vardığı ‘Sonuç’tur.

Bir ressam tarafından yapılan ve insanın düşkünlüğünü anlatan bir sanat eseri resimde bu iki olmazsa olmaza dikkat edip, insanın o düşkün hali olan örneğin bir pedofili ilişkisini ortaya koyduğunuzda yaptığınız sanat ciddi ve anlamlı bir sonuç elde eder. Buradaki ince çizgi şudur: Resimde anlatılmak istenen sanatı kaba bir üslupla anlattığınız zaman, bu resim sanat eseri olmak çıkar, düşündürmekten ve ibret almaktan öte teşvik edici kaba bir yapıt olur.
Düşündürmek ya da ibret almak ile teşvik etmek arasındaki ince çizgi çok önemlidir.
Çoğu kişi, duvarına astığı tablonun sanatsal değerinden çok, odasına uyum sağlayıp sağlamadığına ya da boş olan duvarı doldurup doldurmadığına bakıyor. Bu kaba ve asla kentli olmayan tüketim biçimi, sanatın gitgide yüzeyselleştiğinin ve dekoratif bir objeye dönüştüğünün acı bir göstergesi maalesef.

Konu müzik içinde hemen hemen aynı durumu arz ediyor. Birçok günümüz şarkıcısının şarkılarında kadın bedeninin ciddi bir şekilde aşağılandığını görüyoruz. Şiir ise kişilerin yalnızca aşklarını dile getirmek için başvurdukları bir araç haline gelmiş durumda ve hatta çoğu zaman bir erkeğin bir kadını etkilemek için yazdığı anlamsız birkaç dizeden ibaret olduğu görülüyor. Oysa şiir ‘imge’dir ve ‘imge’ dilin damıtılmış halidir. Damıtılmış sözcüklerden oluşan şiir, okuyan kişiyi güçlü bir haz almaya, dolaysıyla düşünmeye sevk eden bir sanat eseridir.
Tüm bunların ışığında sanat, günümüzde maalesef, toplum için bir şey ifade etmiyor. Çünkü toplum, sanatı değersizleştiriyor, tüketiyor ve yozlaştırıyor. Sanatı gerçekten anlayan, hisseden ve ona hak ettiği değeri veren kentli kişi sayısı azaldıkça, sanatın gücü de zayıflıyor. Sanat, ticaretin ve popüler kültürün kurbanı oluyor!