GANİTA

Bir sobanın etrafında otururduk; kocaman bir sobaydı. Biraz ısınırdık, daha sonra masalarımıza doğru geçerdik. Rahmetli Mehmet Salih (Özbilen) amcanın çayı okuduğumuz kitaplara, yazdığımız şiirlere, baktığımız yollara ve denize anlamını bırakırdı. Rahmetli Osman abinin hoş sohbeti, Adnan abinin bizi şaşırtan davranışları çözümlemeler yaptığımız sürece eşlik ederdi. Ganita’da en çok beklemeyi sevmişimdir. Saatlerce, günlerce, aylarca hatta yıllarca beklerdik. Hatta zaman zaman çok sevdiğimiz denize bile sırtımızı dönmüşüzdür, Ganita’nın geliş yoluna bakacağız diye. Beklediğimiz neydi? Bir sevgili mi, bir dost mu yoksa yeni şeyler öğreneceğimiz birisi mi? Birçok insan gelmiştir ve geçmiştir Ganita’dan. Birçok insan yaşamımıza anlamını katmıştır, birçok insan anlamıyla gitmiştir. Şarkıda vardır ya; “Kalbim hep Ege’de kaldı”, bizim kalbimizde hep Ganita’da kalmıştır, kimilerinin ruhu. Aşklar, umutlar, bakışmalar, şiirler, öyküler, dostluklar, tartışmalar, kitaplar anlamıyla hala orada durmaktadır. 

Kış mevsimini daha çok severdik Ganita’da. Çünkü gerçek Ganita aşıkları, kış mevsiminde yaşardılar Ganita’yı. Soğuk mevsimde etrafımızda hep birbirine yakın ruhta insanlar olurdu. Kaybedenler, arayış içinde olanlar, ayrılanlar, eksik kalanlar, acıya tat katanlar… Bahar mevsimi geldi mi, Ganita’ın büyüsü bozulmaya başlardı. Yaz çocukları, güneşi sevenler Ganita’da manzarası güzel masaları doldurmaya başlardı. Bizlerse, yani gerçek Ganita çocukları kenara köşeye sıkışmaya çalışırdık. Sığıntı gibi hissederdik kendimizi. Kendi evimizde yabancılaşmak gibi bir şeydi bu durum. Bizler yağmuru, sisi, pusu, rüzgarı severdik. Rüzgarda, fırtınada gözlerimizi denizin kıyısına bırakırdık. Ki gözlerimizi kimse görmesin diye. Gömleğimizin yakalarının lekeli olmasını yine de yağmura yüklerdik. Bahar ve yaz mevsiminde garsonlarla atışmalarımız olurdu. Çünkü Bahar mevsiminde Ganita’nın sürekli garsonlarına ilaveten yeni garsonlar çalışmaya başlardı. Onlar bizleri tanımazdı ve tüm diğer müşteriler gibi davranırlardı bizlere. Tabi ki sinir olurduk. Rahmetli Osman abi durumu hemen anlardı ve olaya müdahale ederdi. Bu müdahale gururumuzu okşardı. Osman abi farklı insandı. İki kardeşten (Osman ve Adnan) biz, Osman abiyi daha çok severdik. Adnan abi biraz tersti ve tersliğiyle babası Mehmet Salih Amca'ya daha çok benzerdi.

Mehmet Salih Amca çok ilginç bir insandı. Hem çok tersti hem de yufka gibi bir yüreği vardı. Birçok öğrenciye yardım ettiğini, birçok öğrenciden çay parası almadığını bilirdik, yalnızca biz bilirdik. Çok ilginç hikayeler anlatmıştı bize. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek’in Trabzon’da memurken, Ganita’ya 1035 çay borcu takarak Trabzon’dan ayrıldığını ondan öğrenmiştik. Aysel Gürel, Mehmet Salih amcanın arkadaşıydı. Hatta bazı yazlar Trabzon 'a gelirdi ve Trabzon' da kaldığı sürenin önemli bir kısmını Ganita’da geçirirdi. Gerçi bu konunun dedikodu kısmı var ama oraya girmeyelim.. Volkan Konak’ın “Memleketim” isimli şarkısında geçen “Mehmet Salih’in çayı” mısrasındaki Mehmet Salih amca gerçekten içi dolu bir ömürdü.

Öğrencilik yıllarımın çoğu Ganita’da geçmiştir Orada ders çalışmışızdır, orada ödev yapmışızdır, oraya dersten kaçmışızdır. O yıllarda cep telefonu yoktu. Kızılderililer gibi dumanla da haberleşmiyorduk. Ama herkes bilirdi kimin, hangi saatte Ganita’da olacağını. İçsel, geniş bir haberleşme ağı kurmuştuk. Ve hiç yanılmazdık. Eğer gelmesi gerekli olan birisi gelmemişse, mutlaka önemli bir şey olmuş demekti. Murat Üstübal, Sakal Ahmet, Füsun, Eyüp Nalçacı, Rahman ve Murat Kuloğlu, Yılmaz Çebitürk, Sefer ve Nilgün Demirel, Tamer Küçük, İlkem Fazilet Şeker, Ebru Eraslan, Gökmen Dalmaç, Şafak Fidan, Davut Hacıhasanoğlu, Adil Sevencan, Serkan Atagün, A. Fuat Çoruhlu, Mehmet Yılmaz, Turan Sağlam, Burhan Öztürk, Adnan Sungur, Muammer Kotbaş, James Köksal, Okan Aydın, Şeyma, Hürriyet, Gonca, Karikatürcü Adil, Ali Ulvi ve Işıl Akçelik, Adil Sali, Servet Aydoğdu, İhsan Erdem, Servet Karagül, Nezih Dural, Mustafa Erdem vs.vs. kimler geldi, kimler geçti. Kimileri ne yazık ki yaşamıyor. Kimse kızmasın bana, unuttuğum bir çok kişi daha vardır…

Konuya daldım ve gidiyorum. Ama anladım ki bu yazı bitmeyecek. Cilt cilt kitaplar yazsam, bu yazı yine bitmeyecek. Türkiye masalarda kim bilir kaç kez kurtarılmıştır? Aşkları mı anlatsam; ayrılıkları mı, dostlukları mı, kavgaları mı, bekleyişleri mi, kaybedişleri mi, çözümlemeleri mi? Hep kendi içerisinde bir “özeli” barındıran öyküler bunlar. Düşünsenize Ganita’nın bahçesinde jetonlu bir telefon kulübesi var ve her gün sevgilisinin o telefondan aramasını bekleyen birisi var. Hem de yıllarca süren nasıl derin bir bekleyiş, ne güzel bir bekleyiş. Telefon çaldığında, onun için dünyanın durduğunu gözlemlerdik. Sırf bu öyküyü, bu bekleyişi anlatmaya kalksam bir kitap olurdu. O nedenle neyi anlatacağımı bilmez durumdayım. O kadar çok anım, o kadar çok gözlemim, o kadar çok yaşanılan var ki.. Anılara girmeyi bırakayım burada. Belki zamanı gelince parça parça anlatmaya çalışırım. Ki zamanın bir dili olsa da, orada yaşanılanları anlatsa, bir gözü olsa da orada yaşanılanları gözleriyle gösterse…

Şairler, yazarlar, siyasetçiler, aşıklar, deliler, kaybedenler, akıllılar, hiç olanlar, yani insanlar geçti Ganita’dan. Kişiler Ganita ile anılmadı ama Ganita kişilerle anıldı. Yine de kişiler olsa veya olmasa da Ganita hep oradaydı. Bizim Ganita’mız, benim Ganita’m…