Yaprak kımıldamıyor, nem oranı yüzde doksanları buluyor. Bir ateş basıyor, bir sıcaklık basıyor, oturduğun yerde sırılsıklam oluyor gömleğin. Gece uyku yok, saatleri sayıyorsun sabah olsun diye. Tam sabah oluyor, o zaman uykun geliyor. Tıraş olmak bir dert, yüzünü yıkamak bir dert, üzerini giymek başka bir dert. Ayakların kapıdan geri adım atarak çıkıyor. Çürük ayları diyorlar Doğu Karadeniz’de bu havalara. Her şey çürüyor, paslanıyor; hatta sebzeler bile paslanıyor.
Sonra binaların arasından bir rüzgar esiyor hem de çok güzel bir rüzgar. Hiç bir kimse insanın yanaklarını böylesine güzel okşamamıştı, öylesine güzel bir rüzgar. Hafif bir çaylak ıslatan yağmur, demli bir çay ve sabahın sessizliği. Yürümek anlamlı, oturmak anlamlı, düşünmemek anlamlı. Alnını yağmura kaldırıp, rüzgarın naifliğini hissetmek en anlamlı. Bir çay içiyorsunuz, bir çay daha içmek geliyor içinizden. Hem de ne çay; tavşanın kanı, ıhlamurun dalı…
Çürük ayı 24 saat olan bir günü 34 saat yaşatır sana. Yatağın her köşesinin aplikasyonunu bir gecede çıkarırsın. Yastığında çukur, sabahın aydınlığını görürsen çok şükür. Hele bir de sivrisinek vızıltısı, değme keyfine. Bacaklarında, kollarında beş parmağın izi ve pestil olmuş sivrisineğin resmi. Şairin dediği gibi; “kan tutar tutan ölür”... Pencerenden havlu assan pas vurur, ağaçlarda kovuk açsan arı durur. Domatesler, fasulyeler ancak güneşte kendini bulur. Çürük ayı rüzgarın yanaklara dokunduğu zamana kadardır.
Alnına vuran rüzgar boş bir yolda araba sürmek gibidir, bir futbol maçında gol kaçırmak gibidir, viya viya dalgalarda denize atlamak gibidir. Rüzgar içtiğin suyun dibindeki buz gibidir, denizin dibindeki tuz gibidir. Demli bir çay, gri bir gökyüzü ve samimi bir sohbet; rüzgarla kar gibidir.