HER GÜN BİR ŞEY BİR GÜN HER ŞEY DEĞİŞİR HAYATTA

Her gün bir şey değişti…
Ama bir gün, bir baktık ki her şey değişmiş hayatta.
Göz açıp kapayıncaya kadar neredeyse bir ömür geçmiş, yıllar rüzgâr gibi kayıp gitmiş.

Benim çocukluğum Çömlekçi’de, beş katlı bir apartmanda geçti. Bugün için sıradan ama o günler için ihtişamlı bir bina! Mahalledeki evler tek katlı, bilemedin iki katlı olurdu. Bizim ev “gökdelen” gibiydi. O apartmana girince mahallede saygınlığın bir kademe artardı.

Ama bakmayın apartman dediğime, öyle şimdiki gibi güvenlikli, otoparklı, asansörlü falan değildi. Her evin terası denize bakardı. Mahalleli hangi gün kimin terasında toplanacağını bilir, kısır tepsileri, poğaça tabakları, çay demlikleri elden ele dolaşırdı. Çayın demi yetmezdi ama muhabbetin demi hiç bitmezdi. “Vur sazın teline, udun göğsüne!” denir; şarkılar söylenirdi.

Çarşamba günleri vapur gelirdi limana. Aman Allah’ım! O gün mahalle bayram yerine dönerdi. Vapurun ağır ağır kıyıya yanaşmasını biz, Hollywood filmi izler gibi seyrederdik. Çocukların gözleri pırıl pırıl, büyüklerin elleri cebinde, bir nevi haftalık şenliğimizdi.

O zamanın mahallesi bambaşkaydı. Çocuk dediğin sadece anne-babasının değil, bütün mahallenindi. Acıktıysan hangi kapıya çalsan doyarsın, susadıysan her çeşmeden, her bardaktan sana ikram edilirdi. Biri hastalansa, herkes çorba kaynatırdı. Bir evde cenaze oldumu, televizyonlar bir hafta kapanır, yas hepimizin yasına dönüşürdü.

Mahallenin kızları herkesin kardeşiydi. Kimse gözüyle değil, gönlüyle bakardı onlara.
Hiç unutmam… Annem fırın üstü ızgarada köfte yapardı. Daha ilk beş altı köfte pişmeden üç-dördü bir tabağa konur, annem kapıdan çıkar giderdi.
Biz sorardık, O da derdi ki:
- Aşağı katta iki çocuk var, kokusu onlara kadar gitmiştir. Hakkı onların.

İşte o yüzden biz hiçbir lokmayı boğazımıza borçlu hissetmeden yutmazdık.

Ama her gün bir şeyler değişti…
Önce Hulusi Kentmenler gitti, Münir Özkullar sustu, Zeki Alasyalar güldürmez oldu. Yıldız Kenterlerin, Yıldırım Önal’ların ışığı söndü.
Sonra üç arkadaş filmindeki dostluklar bozuldu, asırlık arkadaşlıklar dağıldı. Aslan bacanakların kahkahası, gülen gözler filmindeki ailelerin sıcaklığı birer birer sahneden indi.

Ne hıyarın kokusu kaldı, ne domatesin tadı… O rutubet kokan evlerimizi, tahtaların gıcırdayan sesini bile özler olduk.
Annemizin “çorbaya tuz at” diye seslenişini, babamızın hiddetle “televizyonun sesini kısın” deyişini bile özledik.
Bir elmanın kabuğu soyulup bıçağın ucuyla bize uzatıldığında aldığımız tadı artık hiçbir yerde bulamaz olduk.

Sonra bir gün…
Evet, işte bir gün her şey değişti. Kopup gittik o mahallelerden. Yerine site blokları, otomatik kapılar, güvenlik kameraları geldi. Bizim o el ele gönül bağıyla kurduğumuz hayat, yüksek duvarların ardına saklandı.

Bugün belki bilgisayarımız, dokunmatik telefonlarımız var, belki daha çok eşyamız… Ama ne soframızda eski sohbetler var, ne de komşunun çorbasının kokusu burnumuza geliyor. Çocuklarımızın gözünde tablet ışığı var, bizim gözümüzde ise o günlerin hasreti.

Her gün bir şey değişti ama bir gün, bir baktık ki koca bir hayat gitmiş…
Arkamızda sadece özlem, içimizde buruk bir tebessüm kalmış.

Ganita Denince…

Ganita…
Sadece bir sahil mi?
Hayır. Ganita bir hatıradır, bir hafızadır,
Bir rüyadır toprağa kazınmış.

Ali Bey ve arkadaşları…
Sırtlarında kayaları, avuçlarında hayalleri taşıyan adamlar.
Kazma ve kürekle değil yalnızca,
İnançla, aşkla ve alın teriyle düzlediler bu kıyıyı.

Bir avuç masa, birkaç sandalye...
Ama o sandalyelere oturanlar, sadece çay içmeye gelmezdi.
Kimisi içindeki sükûneti arardı,
Kimisi dizelere sakladığı isyanı.
Orada, hayaller demlenir,
Ufka bakarak ömrün tadı yudumlanırdı.


Ve O Masalar…

Bir düşünün...
Bir masada Gündoğdu Sanımer
Arkadaşlarıyla kıyı dergisini çıkarmak için uğraş veriyor:

“Ben bir garip çilekeş, bir hayal insanıyım…”

Bir başka masada Bedri Rahmi oturur.
Bir taşın yüzeyinde Karadeniz’i resmeder zihninde:

“Karadeniz gibi kadınlar görmeli gözler,
Dağlar gibi adamlar sevmeli yürekler…”

Biraz ötede Oktay Rifat,
Sessizliği yudumlar dalgalarla birlikte,
Belki de yalnızlığını denizin ritmine emanet eder.

Ve zaman geçer…
Masalar değişir ama ruh kalır.


Şimdi O Masalarda...

Bugün o masalarda Volkan Konak’ın sesi yankılanır:

Ağlamalan tüketti Zigana’nun dağini,
Trabzon’dan çıktım yola…”

Yaşar Miraç,
“Trabzonlu Delikanlılar” şiirini belki orada yazmamıştır,
Ama Ganita'nın tuzlu rüzgârı,
Elbet değmiştir dizelerinin ucuna:

“Trabzonlu delikanlılar,
Kayalara bakarak düşünür…”

Ve Nihat Genç...
Kelimesiyle dağ gibi dikilmiş,
Karadeniz’in asi ruhunu,
O masalarda söze dönüştürmüştür.
Kimi zaman öfkeyle, kimi zaman hasretle…


Her Masada Bir Ruh Vardır

Ganita’nın her köşesi bir başka zamandır.
Bir başka hatıranın izini taşır taşları.

— Bir öğrenci gelir, içinde umutla...
— Bir memur gelir, omuzlarında yorgunlukla...
— Bir sanatçı gelir, gözlerinde ilhamla...
— Bir vatandaş gelir, belleğinde geçmişle...

Çünkü Ganita bir çay bahçesi değildir yalnızca.
Ganita, bir bellektir.
Bir tarihtir.
Bir ilhamdır.
Ve en çok da bir aidiyettir.


Yeniden Masalar Kurulsun

İstiyoruz ki...
Ganita'nın o köşelerinde yeniden anı masaları kurulsun.

- Bir masada Volkan Konak’ın şarkıları çalsın,
- Birinde Yaşar Miraç’ın şiirleri yankılansın,
- Başka bir masada Tanju Gürsu, yeni filmi için senaryolarla boğuşsun,
- Tuncay Mesçi, nasıl şampiyon olduk onu anlatsın gençlere,
- Aysel Gürel, “Vurgun”u yeniden yazsın belki gözleri dolarak,
- Ve bir masa da olsun ki, Gündoğdu Sanımer "Kıyı" şiirini okurken,
elinde boya kalemiyle Yusuf Katipoğlu gelsin, o anı resmetsin…

-Açıktaki gemiden Tanju Gürsu değil de Banzo İbrahim atlasın

-James Köksal yine fırtınada kayaların üstünde elinde fotoğraf makinesi dolşsa

-Özkan abi balıktan dönse

-Nedim abi Ganita’nın önündeki  5’te  haftayım 10’da biter maçın son golünü atsa Rahim abi çok sevinse

-Mehmet Salih bıyıkaltı gülüp ‘Ula Osman Adnan hararet basmıştır bunları, verin onlara birer şişe gazoz’ diye bağırsa                                                          

-Ceyhan Hoca çakıl taşlarını boyasa yine rengarenk

- Bir köşede Necip Fazıl susarak konuşsun.

Bu yalnızca bir anma değil,
Bu bir ruh çağrısıdır.
Bir belleği yeniden yaşatma ve
Kentle ruhsal bağ kurma çabasıdır.


Ve Şimdi… Siz Ne Dersiniz?

Bu çağrı sizler içindir.
Bu fikir hepimizindir.

Kimleri Ganita’nın hangi köşesinde yaşatalım?
Hangi şiir, hangi masa da can bulsun?

Geliniz, Ganita’yı yalnızca geçmişle değil,
Gelecekle de yan yana getirelim.


 “Bir sahil düşün,
Dalgaların çarptığı taşlardan tarih fışkırıyor.
Orada oturanlar sadece insanlar değil,
Bir kuşağın hayalleri, bir milletin belleği…”

Ganita…
Sadece bir semtin değil,
Bir kültürün, bir sanatın,
Bir duruşun adıdır.

NE DİYELİM ARTIK…

Sabah Uyanınca İlk Aklımıza Gelenler…

İsveçli, Finli, Japon bilim insanları sabah gözünü açar açmaz şöyle sorularla güne başlıyor:

·                     “İnsan DNA’sındaki şu mutasyon nasıl düzeltilir?”

·                     “Kök hücreyle bir uzvu yeniden üretebilir miyiz?”

·                     “Yapay zekâyı insanlık yararına daha verimli nasıl kullanırız?”

·                     “Mars toprağında domates yetiştirmek mümkün mü?”

Bizim memlekette ise sabahın ilk sorusu şöyle:
“Dün kim, kime, ne demiş?”
Ardından geliyor:
“Bu akşam hangi dizide, kim kimin karısına baktı?”
“Hangi fenomen sabah kalkınca yine rezil olmuş ama bir şekilde daha da meşhur olmuş?”

Daha güne başlamadan WhatsApp gruplarında dedikodu trafiği başlar, Twitter’da linç menüsü hazırlanır, Instagram’da “günaydın” pozları düşer, TikTok’ta çılgın danslar eşliğinde içi boş özgüven patlamaları izlenir.

Ve elbette artık neredeyse bir sabah duası gibi sorulan o meşhur soru:

“Bugün kimi tutuklamışlar? Ama asıl tutuklanması gereken hâlâ nerede?”

Kimi ülkeler sabahları bilimle, uzayla, gelecekle uyanıyor.
Biz hâlâ “dün gece kim kimin kalbini kırmış”la meşgulüz.
Onlar gezegeni kurtarmanın derdinde,
Biz hâlâ hangi ünlü evlenmiş, hangisi boşanmış onun derdindeyiz.

Evet, coğrafya kaderdir… Ama sabah hangi soruyla uyandığın da kaderini belirler.

Gelin dürüst olalım.
Biz üretmiyoruz.
Biz düşünmüyoruz,düşünemiyoruz.

Tartışıyoruz da diyemiyorum çünkü tartışmayı da beceremiyoruz.
Tartışmak yerine bağırıyoruz.
Karşı fikri susturmak için mikrofon değil megafon kullanıyoruz.
Çok sesli bir toplumuz ama ironik bir şekilde herkes kendi sesini bastırmaya çalışıyor.

Franz Kafka’nın bir sözü vardır:
“İnsanın içi, dışından daha kalabalık olur bazen.”

Peki bizim içimizde ne var?
Kıskançlık, çekememezlik, dedikodu, kısa yoldan köşe dönme planları, üç kuruşa beş köfte hesapları...
Yani öyle bir iç gürültümüz var ki, dış dünyayı duyamıyoruz.
Bilim ilerliyor, teknoloji sınır tanımıyor, biz ise hâlâ aynı kısır döngünün içinde dönüp duruyoruz.


HER RAMAZAN GÜNDEMİN YÖNÜ AYNI

Ramazan hoşgörü ayı…Bolluk ayı  bereket ayı
Bir ay boyunca maneviyat, sabır, hoşgörü konuşmamız gerekirken biz ne yapıyoruz?
– Ramazan çadırında sıra kavgası
– Yardım kolisi kimin mahallesine gitti tartışması
– Market zamlarına “bereket geldi” diyenler
– Sosyal medyada yardım yarışına girip fotoğrafsız yardım yapamayanlar

Ve klasikleşmiş o “derin bilimsel” sorular:
– “Hocam, oruçluyken arı sokarsa ne olur?”
– “Kazık yemek orucu bozar mı?”
– “Orucumu başkasına tutturabilir miyim?”
– “Feleğin sillesi oruca zarar verir mi?”

Einstein boşuna dememiş:
“İki şey sonsuzdur: Evren ve insan cahilliği. Ama evrenden tam emin değilim.”


BİLİM UYURKEN BİZİ ŞARJ EDİYOR, BİZ UYUYORUZ

Geçtiğimiz ay California Üniversitesi’nden bilim insanları bir cihaz geliştirdi.
Vücut ısısıyla telefon şarj eden bir teknoloji.
Yani uyurken bile enerji üretmek mümkün artık.

Bizim aklımıza gelen ne oldu?
– “Usta, bunu kaçak kullanabilir miyiz?”
– “Faturaya yansımazsa harika olur.”
– “Yatmadan önce iki kişi taksak, çabuk dolar mı?”


FUTBOLDA BİLİM YOK AMA MİLYON VAR

Bir de futbola bakalım...
Bir kaleci topu elinden kaçırıyor,
Bir forvet boş kaleye topu gönderemiyor,
Ama sezon başına 3 milyon Euro alıyor.

Sadece koşmakla milyonlar kazanan sporculara methiyeler diziyoruz,
Ama sabahlara kadar laboratuvarda deney yapan genç bilim insanının adını bile bilmiyoruz.
Futbolcuların ayakkabısına sponsor aranmazken,
Bir öğrenci deney tüpü almak için sosyal medyada kampanya başlatıyor.


ADALET DEDİKLERİ ŞEY BAZEN DENGE DEĞİL, DENGESİZLİK

Ve tabii son zamanların en “denge sorunu” yaşanan yeri: adalet.
– Bir tweet atan öğrenci tutuklanıyor,
Ama milyon dolarlık rüşvetle adı geçen kişi serbest dolaşıyor.
– Bir öğretmen işinden oluyor,
Ama dolandırıcılar ekran ekran geziyor.

Hak yerini bulmuyor, yerini şaşırıyor.
Çünkü teraziyi değil, tartıyı çalanlar adaletin terazisini ayarlıyor.


SONUÇ: DERT BİZDE, ÇARE YİNE BİZDE

Ne diyelim artık?
Birbirimizin önünü kesmeyi bırakıp biraz da önümüzü açmaya çalışsak…
“Ben” değil, “biz” desek…
Çocuklara Pi sayısı 3.14’tür demeden önce, dürüstlüğün kaç basamaklı olduğunu anlatsak…
Fenomen değil, fikir üretmeye çalışsak…
Kimin hangi partiye oy verdiğiyle değil, o oyun neden verildiğiyle ilgilensek…

Nazım Hikmet’in dediği gibi:
“En güzel deniz: henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk: henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız.”

Ama o günler için önce…
Uyanmamız lazım.